85 yaşında bir adam. Neredeyse çocukluğundan beridir aynı işle meşgul.Hayatı, eşi ve çocuğuyla birlikte o sıcacık dükkanda, şerbetli tatlılar yapıp satarak geçiyor. Belli ki Resmo’dan hiç çıkmamış. Yüzünde tatlı bir tebessüm. Tezgahında sıra sıra tatlılar. Yalnızca Yunanca bildiği için kendisiyle konuşamıyoruz ama oğlu Paris, kırık bir İngilizce’yle de olsa bize biraz babasını, tatlıcılığı, Girit’teki ünlerini anlatıyor.
Resmo eski kentinin labirent gibi daracık sokaklarında dolaşırken karşımıza çıkıveriyor bu dükkan. “Aa tatile çıkmadan önce tesadüfen videosunu izlediğimiz Yorgo Usta değil mi bu!” diye hatırlıyoruz. Dükkan gibi de değil, sanki bir marangoz atölyesi gibi girişi. Tabelası yok, onun yerine hikayesini sonradan öğrendiğimiz ağaçtan bir teşekkür kakması var.
Norveçli bir müşterisi, Yorgo Usta’ya minnetlerini sunmak için güzel bir ahşap işi yaptırmış. Onlar da dış duvarlarına asmışlar; başımızın üstünde yerin var misali. Hatıralarına sahip çıkıyorlar. Duvarları, gazete kupürleri, aile fotoğrafları, ilk satıştan kazanılan kağıt para, zamanı geçmiş de olsa kim bilir neyi anımsatan bir takvim ve daha niceleriyle dolu. Hayat dolu. Enerji dolu. Yoksa insan 85’inde, bu kavurucu yaz sıcağında bile tutkuyla işini yapabilir mi?
Gördüğümüz detaylar bizi mutlu ediyor. Ve saati gelince usta, sacının başında yerini alıyor. Başlıyor sac dönmeye. Dönüyor, dönüyor, dönüyor, üzerine de metal bir aksamdan neredeyse sıvı kıvamdaki kadayıf hamuru dökülüyor. İncecik.
Hamur, kızgın saca değdiği an pişmeye başlıyor, 4-5 dakika içinde de kadayıflar şerbetlenmek üzere katılaşmış oluyor. Hava kadar hafif bu tel hamurlar, eski gazete sayfalarının arasına alınıp soğumaya bırakılıyor. Yüzyıllık gelenek, hala ilk günkü tekniklerle. Sonra aynı işlem yeniden. Ve yeniden.
Kadayıfın dışında baklava da yapılıyor burada. “Yunan mı Türk mü şimdi bu tatlılar?” diye yemekmilliyetçiliği yapmaksızın bir küçük kase alıyoruz. Birazdan tavla atıp soluklanacağımız turistik olmayan kent kahvesinde, soğuk Frappélerimizle yemeyi hayal ederek. Ve şerbetinin portakal suyu, Girit balı ve tarçından yapıldığını öğreniyoruz. Frappéleri beklemeden oracıkta birer tane baklavayı ağzımıza atıyoruz. Of bu nasıl bir lezzet! Ağzımız şenleniyor, üstüne lıkır lıkır su içiyoruz. Ve tanıştığımıza çok memnun oluyoruz.
Yorgo Usta biz yokmuşuz gibi işine devam ediyor. Ciddiyeti elden bırakmadan. Ama fotoğraf çekmemize de ses etmiyor. Ellerimizin parmak uçlarını birleştirip bilekten ileri geri sallayarak “offf çok güzeldi, elinize sağlık” işareti yapıyoruz; gülümsüyor.
Dükkandan ayrılmadan önce aile ile birlikte fotoğraflar çekiyoruz, güzel hatıralarımız oluyor. Resmo sokakları bizi bekler diyerek yanlarından ayrılıyoruz. “Yine gelin” diyor Paris. “Tamam” diyoruz. “İki gün daha Resmo’dayız biz, mutlaka tekrar geleceğiz.”
Portakal suyu, tarçın ve bal aroması hücrelerimize yayılıyor adeta. Ilık bir yaz esintisi vuruyor yüzümüze. Oradan dar Resmo sokaklarına. Varoluşa şükrediyoruz. Güzel insanlar tanımak, işlerini tutkuyla yapan kişiler görmek iyi geliyor.
Kahveye varıyoruz. Ellerimizdekileri masaya bırakıyor ve tavla oynayıp Frappélerimizi içmek üzere sipariş veriyoruz. Garson kız: “Yorgo’dan mı geliyorsunuz?” diyor. Mutlu oluyoruz. Çünkü esnaf birbirini biliyor, tanıyor, birbirine destek oluyor. “Evet” diyoruz, “alır mısın bir tane?” “Biz her hafta yiyoruz zaten, size afiyet olsun” diyor.
Tavla da bizden, baklava da, kadayıf da. “Bu güzel tanışıklıklarla yaşarız biz burada ya!” diyoruz. Akşama da köftedes mi yesek?
Zarlarımızı şıkırdata şıkırdata, kahveleri höpürdete höpürdete, baklavaları çıtırdata çıtırdata oyuna dalıyoruz.
*Fotoğraf: Doğacan Onaran
*Bu yazı, 12.02.2014 tarihinde Radikal Blog’da yayımlanmıştır: http://blog.radikal.com.tr/Sayfa/yorgo-ustanin-tarcinli-portakalli-balli-baklavalari-49640