Bizler çocukken bir şey biriktiririz, sonraları yitirip yok ettiğimiz bir şey. Buna ruh denir öyle değil mi? (Bir Evlilikten Sahneler- Sofi)”
Fransa Ulusal Bayramı’nın 129. yıl dönümünde, aynı zamanda Birinci Dünya Savaşı sona erdiğinde, Stockholm’de, çığlıklarla annemin sıcacık rahminden çıkmaya ve gözlerimi hastane odasındaki soğuk ve ölü ışıklara alıştırmaya çalışırken, yani ben hayatımın ilk şokuyla debelenirken, annem de İspanyol gribi geçiriyormuş. Daha doğar doğmaz, ne kadar uluslararasılaştığımı artık siz düşünün.
O ilk şoku atlattıktan sonra, doktorların dediğine göre ben de yetersiz beslenmeden ölmek üzereymişim. Neyse sonraları iyileşmişim. Ancak şöyle ki; hayatım boyunca çok fazla hastalık geçirdim ve bir türlü, gerçekten ölmek isteyip istemediğime tam olarak karar veremedim.
Anneme duyduğum derin sevginin ?ve aynı zamanda öfkenin-, onun üzerinde çok da fazla etki yaratmadığını sonraları anladım. Ama “hastalık“, büyük bir sevecenlik ve merhametle karşılanıyordu. Sanırım bu yüzden, bıkmadan usanmadan birçok hastalık geçirdim.
Babam İsveç Kraliyet Ailesi’nin Papazıydı. Son derece disiplinli ve sertti. Ancak nedense, kiliseye gelip günahlarını kusan herkes ona minnettardı; oldukça “vicdanlı bir çoban” olmalıydı. Sanıyorum, “ailesi dışında herkes”ti ona minnettar olan.
Çocukken tek amacım, bir “film makinesi”ne sahip olmaktı. Bu film merakımın nereden geldiğini de size kısaca anlatayım: Bir gün tesadüfen anneannemle -ara sıra sinemaya gitmeyi çok seviyordu ve işte şimdi beni de götürmüştü- bir sinemaya gitmiştik, ismi Kara Güzellik’ti ve çok ünlü bir masal kitabından uyarlanmıştı. Kitabı daha önce okumuştum. Ancak film daha etkileyiciydi. İzlerken her yanımı ateş sarmıştı, çok heyecanlanmıştım. Hareket eden, konuşan, tıpkı bizler gibi yaşayan insanlar vardı. Ve böylece çok uzun yıllar yapacağım işimi seçmiştim.
Noel, bizde, büyük bir özen ve dikkatle hazırlanmış bir sofra, ışıl ışıl bir çam ağacı ve altına dizilmiş rengârenk paketlerdeki hediyeler ve mutlu paylaşımlar demekti. O filmi izledikten sonraki Noel’de, bu heyecanımı fark eden anneannemden bir film makinesi bekliyordum. Ancak hedefi şaşırmış olmalı ki, makineyi ağabeyime almıştı. Ama o benim olmalıydı! Bütün gece kafamda pazarlık planları yaptım ve sonunda ağabeyimin hayır diyemeyeceği bir teklif hazırladım, ertesi gün de ona sundum: 100 kurşun askerime karşılık film makinesi.
Ve film makinesi artık benimdi.
Annemle babam sıkça kavga ederlerdi ve ben sırf onlar barışsın diye benim için en önemli varlığı, film makinemi Tanrı’ya hediye edeceğimi söylerdim. Ama öyle yapmak yerine Tanrı’yı filmlerime misafir etmeye karar verdim sonradan; böylesi daha karlı oldu her ikimiz için de. İnsan her türlü kötü huyu (yalan söylemek, blöf yapmak, kendinle ilgili şeyleri gizlemek, vb.) ailesinden öğreniyor.
Filmlerimde, sosyolojik temalardan ziyade, kişisel melankoli ve dramlara yer verdiğim için eleştirilmiştim. Ancak benim için önemli olan, insanın durumuyla ilgili gerçeği, benim gördüğüm biçimdeki gerçeği anlatmaktı. Buna rağmen, sinema benim için günlük olayların, yaşamların anlatıldığı bir rutin olmadı. Çünkü sinema düşlerin anlatıldığı bir sanattır bana göre.
Çekirdek aile üyelerinin birbirleriyle olan tüm ilişkileri (anne-çocuk, baba-çocuk, anne-baba, ensest duygular, vb.), gerçek hayatta da sıkça gözlemleyerek -ve elbette kendim de bizzat yaşayarak-, beyaz perdeye aktarmayı çok sevdim. Sanıyorum başarılı da oldum çünkü bununla ilgili olarak aldığım eleştiriler gayet olumluydu.
Bu birinci dereceden ilişkilerin dışında tanrı ve papaz konuları da iğneleyici ve iç gıcıklayıcı birer imge oldu sinema hayatımda. Yedinci Mühür (bu filmi çektiğim sıralarda ölümden gerçekten çok ama çok korkuyordum) ve Aşkımızın Üstüne Yağmur Yağıyordu, bariz bir şekilde “itici” damgasını yediler papazlar konusunda -ki bence de hak etmiştiler. Yine de ben çok çabaladım; ama yeryüzünde tanrı olduğu sürece hedeflerime yaklaşamadım bile.
Ancak istisnasız, her filmimde, oyuncuları bir noktada -özellikle filmlerin sonlarına doğru- gerçekleri açıklamaya zorlarım. Hikayeyi o doğrultuda yönetir, hepimizin hayatlarındaki bilinmezlikleri/ama bilinse daha iyi olacakları su yüzüne çıkarırcasına, itirafları sıralarım. Genellikle de mutlu sonları severim ben. Herkes mutlu olsun isterim. Özellikle de kadınlar -ben onlardan yanayım, onların yanındayım.
Bana sorarsanız, kadınlarla dostluk kurmak daha kolaydır yani erkeklere nazaran. Bunun en somut örneklerini, hayatıma giren çok sayıda kadına (yaptığım beş evlilik ve sayısını bilmediğim sevgililerim) ve filmlerimdeki diğer kadınların “kadın” davranışlarına bakarsanız rahatlıkla görebilirsiniz. Onları iyi anladığımı düşünüyorum; ancak neden ha bire evlenip boşandığımı sonra tekrar evlendiğimi ve tekrar boşandığımı açıklamakta zorlanıyorum. Belki Freud hayatta olsaydı bunu analiz edip bir sonuca ulaşırdı.
Saatler… Bence insanlığın icat ettiği en önemli, en işlevsel, en faydalı, en eğlenceli buluştur. İngilizce “clock”, Latince “clocca”dan gelir ve köken anlamı “çan”dır. Belki de bu bir kilise çanıdır ama benim için ne çanı olduğundan çok çanlığıdır saati önemli kılan. O “tik tak”lar, birer “medcezir”dir sanki; siyah ve beyaz, kadın ve erkek, genç ve yaşlı, uzun ve kısa, gidiş ve geliş, yaşam ve ölüm.
Köstekli saatim şu an ve her an, akrebin yelkovana kur yapmasıyla hayatı anlamlandırıyor. O her zaman cebimdedir ve yapmam gereken işleri disipline etmemi, sıraya sokmamı kolaylaştırır. Yani adının aksine, bu antika saatim bana köstek değil, destek olur. Sadece o değil, tüm saatler bana destektir. Onlara duyduğum sempati film sahnelerime de sıkça yansımıştır. Akreple yelkovanı kaybolan bir saat gördüğünüzde aklınıza beni getirin. Ya da zamansızlığı, ansızınlığı, sonsuzluğu, hatta ölümü.
“Yaşlanmak bir dağa tırmanmaya benzer. Çıktıkça yorgunluğunuz artar, nefesiniz daralır, ama görüş açınız genişler.” Ben 89 yıl yaşadım, öldüğümde de mışıl mışıl uyuyordum. Sonradan, tesadüfen öğrendim ki kadim dostum, İtalyan yönetmen Michelangelo Antonioni de benimle aynı gün ölmüş. Onunla Araf’ta karşılaşmamız gerekirdi ancak biz, cennete giden, tek yönlü otobüste yan yana denk düştük. Huzurlu ve uzun bir yolculuktu. Ona yanıma yolluk olarak aldığım Yaban Çilekleri’nden ikram ettim. Birbirimizi epeydir görememiştik. Sohbet iyi geldi.
Sahi siz hiç Yaban Çilekleri’nin tadına baktınız mı? Onları toplayıp birine hediye ettiniz mi? Bence mutlaka denemelisiniz. Çünkü tatları çok leziz, adeta parmaklarınızı yersiniz.
Görsel: google.com
*Bu yazı, 18.06.2014’te Radikal Blog’da yayımlanmıştır: http://blog.radikal.com.tr/siir-deneme-oyku/yaban-cilekleri-63687