1. Dünya HE-İKİ-O Savaşları başlamadan bir şeyler söylemeli, SUsmamalıyız.
SU’yun hayatımızdaki önemini anlatmama hiç gerek yok, biliyorum. Çünkü hepimiz az ya da çok bir şeyler biliyoruz SU ile ilgili. Benim anlatmak istediğim şey başka: hepimiz giderek kuruyoruz, susuzlaşıyoruz ve dünyacak tükenen su kaynakları için endişelenip nedense en mantıklı çözüm olarak SU’yu özelleştirmeye karar veriyor, bizim olanın yabancılar tarafından satın alınarak tekrar bize satılmasına izin veriyoruz.
Acaba dünyanın ve bedenlerimizin 4’te 3’ünü kaplayan dört ana elementten en hayati olanı, bizi birbirimizi öldürecek raddeye nasıl getirdi? Yoksa biz mi onu bu raddeye getirdik? Elbette 2. soruyu sormak daha mantıklı. İnsan eliyle doğaya verilen zarar her saniye artarken ve hatta ben bu yazıyı yazarken, kim bilir Afrika’da kaç kadın çocuklarına –içilebilir olup olmadığı bile belli olamayan kaynaklardan- SU içirebilmek için kilometrelerce yolu büyük SU testileriyle yürümek zorunda kalarak, SU testisi SU yolunda kırılınca kendini bir ağaca asarak intihar ediyor? Ya da acaba kaç kişi SU’yun özelleştirilmemesi için eylemler yaparken, polis tarafından üzerlerine SU püskürtülerek SU’sturuluyor?
Dünyayı yöneten “güçlü / silahlı” ülkeler, kapitalist ve sosyal adaletten uzak bir mantıkla şöyle düşünüyorlar: “biz, ‘bizden daha az insan olanları, yani açları, sefilleri, fakirleri, evsizleri, yurtsuzları, işsizleri, mutsuzları, umutsuzları’ yok edersek, SU kaynaklarını korumuş oluruz.” 3., 4., 5., hatta sıralamaya giremeyecek kadar gelişmemiş dünya ülkelerine saldıracak olan güçlü, hırslı, silahlı, “daha insan” olduğunu savunan, canına SUsamış ama SUsmamış, en birinci dünya ülkelerinin temel motivasyonu da bu olacaktır, yani bilim adamlarınca yaklaşık 8 yıl sonra çıkacağı tahayyül edilen SU SAVAŞLARI’nda…
Ömer Madra, M.S.G.S.Ü.’nün düzenlediği Çarşamba Semineri’ndeki (18 Şubat 2009) konuşmasında, oldukça karamsar ama bir o kadar da gerçekçi bir tablo çizerek, uzak gelecek için çok büyük kararlar vermememiz konusunda bizi uyarmış ve uyandırmış oldu. Çünkü küresel ısınma, küresel kirlenme, küresel sermaye ve küresel olan daha pek çok şey yüzünden yaşayacak olduğumuz SUsuzluğun sonuçları şimdiden ortaya çıkmaya başlamış bile: kutup ayıları ve öncelikle kutuplarda yaşayan pek çok canlı türü hızla yok oluyor. Ve insanlar, “kutup ayısız da yaşayabiliriz” diyerek ne kadar duyarsızlaştırıldığımıza örnek teşkil ediyorlar. Yani ileride SUsuzluktan ölmez de hayatımızı ve neslimizi sürdürebilmeyi başarırsak çocuklarımız kutup ayısını, ‘küresel ve asitli’ bir içecek markasının şirin ikonları olarak öğrenecekler; tıpkı Nurdan Gürbilek’in “Vitrinde Yaşamak” kitabının önsözünde ‘80 kuşağının Kenan Evren’i kifayetsiz ama kendi halinde bir ressam olarak öğrendiklerini yazdığı gibi. Ancak sorun sadece canlı türlerinin yok olmasında değil, eriyen buzullar yüzünden, dünya yüzeyindeki ışık yansıtıcı beyaz kütleler de yok oluyor; yani söz konusu küre ısınması daha da hızlanıyor.
Oysa “SU HAKKI” diye doğal bir hak var, daha doğrusu olmalı. Su bir hak olarak yasalaştırılıp korunmalı, herkes suya ücretsiz olarak erişebilmeli, 2009’da insanlar susuzluktan ölmemeli. Henüz dünya ülkelerinin hepsinde yazılı olarak yasalarca belirlenmiş bir hukuk olmamasına rağmen, içilebilir suya erişim bir insan hakkı olarak değerlendirilmeli.
Henüz okumadım ama tanıtımından bildiğim kadarıyla -üstelik Dünya Su Forumu’nun İstanbul’da toplandığı günlerde yayımlanan ve “alternatif su hareketi”ne temel sayılabilecek- Maude Barlow’un “Mavi Sözleşme: Küresel Su Krizi ve Su Hakkı Mücadelesi” kitabı, bu doğal haktan, doğabilecek su krizinden ve bu krizdeki mücadelelerden yani su ile ilgili bilmemiz gereken ve başımıza gelebilecek pek çok şeyden bahsediyor. Ömer Madra’yı Açık Radyo’da yine dinleyenler bilirler, su konusunda her konuşmasında umutsuzluğa kapılmamız ve çok ciddi önlemler almamız gerektiğini söyler. Ama bir yandan da belediyeler seçim vaadinde bulunurken barajların 2070’e kadar yetecek seviyede olduğunu, su sorununun olmadığını bağıra bağıra söylerler.
Bir an önce sivil toplumun sivil bireyleri olarak ya da kendimizi nasıl hissediyorsak, küçükten büyüğe, tekilden çoğula doğru bir yol izlememiz gerekiyor. Bir sosyolog olarak bireyin toplumları oluşturduğu gerçeğinden yola çıkıyor ve her işin çözümünün bireyde olduğunu söylüyorum. Bireylerin bilgilendirilmeleri, suya nasıl sahip çıkacakları konusunda bilinçlendirilmeleri gerekiyor. Aslında yazımın başında yazdığım cümlemle şu an çelişiyorum ve buna çok üzülüyorum çünkü ne yazık ki suyla ilgili olarak hepimiz yeterince bilgi sahibi değiliz, ama olmalıyız. Eğer suya erişebiliyorsak bir damla suya muhtaç olmanın ne demek olduğunu anlayamıyoruz. Üniversite okuyup eskilerin tabiriyle “tahsil yapıp” kendisinden daha kötü durumdaki insanlar hakkında vicdansızca ve düşüncesizce konuşabilen pek çok kişi tanıdım. Sorun eğitim almakla çözülmüyor yani, bazen bir musibet gerekiyor yoksulluk hallerinden anlamak için. Ama o zaman da çok geç oluyor her şey için…
Dünyanın bütün suya muhtaçları, BİRLEŞELİM!
*Bu yazı, 2010 yılında BirGün’de yayımlanmıştır.
*Görsel: google.com