Ne zamandır mı? Sindirim sistemi icat edildiğinden beri, yiyoruz. Yiyip yiyip büyüyoruz. Nesiller büyütüyoruz. Ve adeta dünyayı bitiriyoruz. Bilmem ki hiç ara sıra neyi niye yediğimizi sorguluyor muyuz? Ve kentte yaşayan son insanlar olarak şükrediyor muyuz halimize?
Olacak iş değil. Önüme az pişmiş istediğim halde neredeyse kömür olmuş bir et parçası geldi. Bembeyaz tabakta öylece duruyor yanında ne idüğü belirsiz birtakım yeşilliklerle, kim bilir kaç kere ölmüş, kaç kere yeniden doğmuş. Kim bilir kaç el değmiş üzerine, mıncıklanmış ve sonunda yanmış da bana gelmiş.
Geri yolluyorum mutfağa. Biliyorum ki şef yoktur içeride. Varsa da bir hata yapılmış. 2 dakika geçmeden yanımda sıska bacaklı bir genç beliriyor. Dikilmiş tepemde bakıyor dik dik. Sanki bana diyor ki (…) Dalıyor tekme tokat, ağzımı yüzümü benzetiyor. ‘Nasıl beğenmezsin lan sen bunu!?!’ diyor. ‘Onca aç insan varken sokaklarda… Nasıl beğenmezsin? (…) ‘Az pişmişmiş, laf!’
Yastığıma ağzımın suyu akmış, zıplayıp uyanıyorum. Üşümüşüm biraz, üstüm açılmış. Az önceki neydi yahu öyle diye düşünüp elimle suratımı yokluyorum. Kan falan yok. Oh neyse ki!
Acıkmışım, buzdolabını açıyorum esneyerek. Hımmm… Kapatıyorum iştahsızca. Sabahın köründe en güzeli müsli yemek. Mide henüz yorgun ve uykuda madem. Süt ve geçen hafta yaptığım reçelle karıştırıp bir yandan kahvem için suyun kaynamasını bekliyorum. Her zaman; filtre ve sade. Uyanmaya başlıyorum.
Okula gitmek için vapura yetişmeliyim. Çantam hazır mıydı? Evet. Atıştıracak bir şeyler koymuşsam, hazır demektir zaten.
Giyiniyorum. Çilekli cupcake küpelerimi ve pastacı kız kolyemi takıyorum. Üzerime de kirazlı gömleğim ve en rahat pantolonumu giyip hızlı adımlarıma başlıyorum. Belki vapurda bir tost ya da açma yerim portakal suyuyla.
i-pod kulağımda. Adımlarıma uygun bir müzik seçiyorum. Bir kız var Fransız, sesini yemek içmek istiyorum. Haftalardır bıkmadan onu dinliyorum. Ruhumu doyuruyor resmen…
Sıcak.
Havalar iyice ısındı ve çilek mevsimi geldi. Mahallemin köşesindeki manav neyse ki en güzellerini getiriyor meyvenin sebzenin. Eminim her sabah, daha gün ağarmadan gidip halde bekleyen adamları vardır, biliyordur işini.
Hoop, vapura atladım. Günün haberleri ve e-mailler… Biraz da müzik ve günlerdir elimden düşürmediğim kitabım: Afrodit / Isabel Allende. Nasıl güzel anlatıyor yemeyi, içmeyi, sevişmeyi, tutkuyu, damak tadını ve hazzı. Hayatımda iz bırakan nadir kitaplardan. Doyamıyorum, oku oku bitsin istemiyorum, hazmederek gidiyorum o yüzden bir salyangoz edasıyla, yere yapışa yapışa ki dönüp dönüp baştan okuyayım. Ödünç almıştım arkadaşımdan, veremiyorum bir türlü geri. Söz, birkaç kere ona yemek ısmarlayacağım.
Kıyıya yanaşıyoruz ve simitler gözümün içine bakıyor Karaköy’den. Almazsam çatlarım, mis gibi kokuyor meret. Bir tane yeter. Çıtır çıtır susamlar dökülüveriyor bluzuma, oradan yere ve güvercinlere yem oluyorlar. Yarasın!
Şimdi uzun uzun yürüyeceğim ne güzel. Gün benim. Okul kaçmıyor ya, öğlen yemeğini de orada yerim, ne var bugün acaba menüde?
Bir ben miyim ki bunca yemek düşünen? Hiç de çaktırmıyorum, ideal boyumda kilomdayım. Ama Boğa burcundayım.
Ne var ki yıllardır içimde ukde kalan mutfak eğitimini alıyorum halihazırda. Hem fırsat hem para hem zaman bulmuşken hiç düşünmeden bıraktım işi. Hemen kaydımı yaptırdım, çıkardım gözden altı ayı. Zor, biliyorum ama yapmalıyım. Öğrenmezsem çatlardım. Ve işte şimdi mutfaktayım. Elimde bıçağım, üzerimde aşçı önlüğüm. Bir mutfak faresi daha ne ister?
Tam 5,5 aydır blog yazıyorum. Her gün. Her bir gün. Bir iddiayla falan başlamadım buna. Tamamen kendim için ve öğrendiklerimi unutmayayım diye gelişti olay. Ama baktım ki iş ciddiye biniyor. Okuyucular artıyor, soruyorlar bana, merak ediyorlar fazlasını. Hoşuma gidiyor. Yazdıkça yazıyorum. Yeni insanlarla tanışıp yemekle ilgili şeyler paylaşıyorum.
Çünkü ben yemek için yaşıyorum. Ancak sadece yemek yemek eylemi için değil; yemek konuşmak, yemek yazmak, yemek yapmak, yemek keşfetmek, yemek bilmek… Kısacası yemekle ilgili her şey için. Ve ne yediğiyle ilgilenmeyen kişileri hiç ama hiç anlayamıyorum.
Sorun, sual edin, öğrenin, tadına bakın, tuz atın, biber ekleyin, yazın, çizin, yiyin ve sevin. Hayat böyle geçer ancak. Kentte o kadar çok seçeneğiniz var ki… Sabah evden çıkıp geri dönene kadar o kadar çok tat alma fırsatınız var ki…
Yeter ki çıkın sokağa, sokakları keşfedin, ara ve arka sokaklara dalın yeni lezzetler uğruna. Yoksa sıkışıp kalmış beton yığınları arasında ne bulabilirsiniz ki? Vizörü biraz genişletin. Açılsın ufuklar, damak tatları, yeni yeni gastronomik çağrışımlar.
Ve belki merak ederseniz diye bir göz atın ara sıra: dogacanmutfakta.tumblr.com
Haydi afiyet ola!
*Bu yazı, 30.06.2011’de mimarizm.com‘da yayımlanmıştır.