8. Köprü’de (Ergenekon Köprüsü) ite kaka ilerlemeye ve Anatoli yakasına geçmeye çalışırken, şiddetli bir rüzgar köprüyü dalgalandırdı. Önce acaba deprem mi dedim ama fırtına çıkmıştı besbelli. Zaten uzun zamandır deprem falan olmuyordu. Trafik ilerlemediği gibi zaman da durmuştu sanki. Saatime baktım, akrep ile yelkovan yer değiştirmişti. Herkes korna çalmaya başlayınca hava polisi yolu açabilmek için emirler yağdırmaya başladı: “ticari soldan devam et, dört çekerli sen de sağa geç, hadi hadi durmayın devam!”
O an araçtan inip kilometrelerce koşmak koşmak koşmak istedim. Ayağımda topuklularım olmasa gerçekten bırakıp kaçacaktım. Cinnetin nasıl bir şey olduğunu her gün bana hatırlatan İstanbul, artık canıma, ruhuma, hayatımdaki her şeye tak etmişti. 3 saat sonra eve varabildiğimde sinir krizinin eşiğindeydim. Eşimle konuştuk ve otuz beşinci ve son kez karar verdik: İstanbul’dan gidecektik. Yıllardır beceremediğimiz bu “İstanbul’u bırakıp gitme” eylemini, neden bir türlü beceremediğimizi şöyle bir gözden geçirdik yine.
Öncelikle ben İstanbul’da büyümüştüm, sadece liseyi başka bir şehirde okumuş ama tekrar İstanbul’a geri dönmüştüm (yaş 19, sene 2004). Sonra üniversite eğitimimin (lisans + yüksek lisans + doktora = 12 yıl daha, etti yaş 31, sene 2016) bitmesini beklemiştik -başka bir şehirde bu kadar iyi eğitim alabileceğimi sanmıyordum çünkü-, bu sırada evlendik ve ben yazar olmayı seçtim onlarca yıl okuduktan sonra (sene 2012). Eşim zaten 20 yıldır özel sektörde çalışıyordu ve büyük bir caféde operasyon müdürüydü (sene 2020).
Aramızdaki 8 yaş farkından ve benim uzuuuun eğitim sürecimden dolayı ben meslek hayatıma başladığımda o neredeyse emekli olacaktı. Ama benim kazanacağım para ve onun emekli maaşı İstanbul gibi bir şehirde ikimize asla yetmeyecekti -yazarlar ve kadınlar ve hatta kadın yazarlar, hala erkeklerden daha az kazanıyordu-. Neyse ki 20 yıldır biriktirdiğimiz parayla başımızı sokabileceğimiz “bizim olan” bir evimiz olmuştu (sene 2028). Bu dünyaya ve bu şehre yeni bir çocuk daha vermek istemediğimiz için çocuk yapmamıştık, iyi ki de yapmamışız, çünkü gelecek ve geçmiş ve şimdi umutsuzluklarla dolu hala.
Derken derken bu günlere sağ salim gelebilmiştik, ama gelin görün ki hala İstanbul’daydık. Neden gidememiştik peki? Yukarıda saydıklarım yeterli miydi bu şehri bırakamamak için? Eğer her gün çektiysek bu işkenceyi, bu karmaşayı, her gün katlandıysak bu kavgaya, “sen de yaz yaz yazsaydın o zaman bir kenara bütün sözlerini İstanbul!” Ne güzel söylerdi Ayda Tekkan 40 yıl evvel, şimdi tam 102 yaşında ve hala genç kızlar gibi, hayret. Demek İstanbul değil ama adamın biri kızdırmıştı onu da, yazık. Herkesi kızdıracak bir şeyler var bu dünyada. Neyse biz konuya dönelim.
Gidememiştik çünkü İstanbul’da yapılabilecek kültürel, sanatsal, akademik, edebi, sportif, normatif, portatif, pek latif milyonlarca aktivite vardı. Her türlü ekonomik sınıfa özgü gidilecek, gezilecek, görülecek caféler, müzeler, sinemalar, bowling salonları, paten pistleri, futbol sahaları, tarihi mekanlar, bilinmeyen köşeler, kütüphaneler, gece kulüpleri, lunaparklar ve festivaller vardı. Hele 2010 kültür başkentliği sırasında İstanbul ve biz İstanbullular tam bir aktivite manyağı olmuştuk yani başka deyişle İstanbul İstanbul olalı böylesine aktivite bolluğu görmemişti.
Ayrıca semt pazarları, güneşli sahil pazarları, hafta sonları kaçamak yapılabilecek Ağva gibi cennet mekanları, mis gibi boğaz havası, bir zamanlar yandan ama artık başka yerden çarklı ada vapurunda çay keyfi, Caddebostan Sahili, Bebek Kahvesi, Emirgan Korusu, İstiklal Caddesi vardı. Elbette tüm bunların yanında trafikler (kara-hava-deniz), çevre-su-kanalizasyon-hava-gürültü kirlilikleri, kapkaççılar, hırsızlar, yankesiciler, düzkesiciler, lastik yakıcılar, kent dönüştürücüler, rantçı yerel yönetimler, Sulukule’den Taşoluk’a Taşoluk’tan Romanistan’a zorla göç ettirilenler, yaklaşık 30 metre yüksekliğindeki kaldırımlar, Moda’da inşa edilen kocaman oteller, Süzer Plaza’ya kardeş gelen Abüzer ve Sizi Üzer Plazalar, istisnasız olarak her yolda büyük çukurlar, tümsekler, cinayetler, cinnet geçirenler, minibüs yolundaki mavi minibüsler, terör saldırıları, konsolosluk bombalamaları, kapalı yer fobisi (klostrofobi), otopark açmak için çıkarılan faili meçhul yangınlar, kitapsız kütüphaneler, doktorsuz köyler (bkz. Yalıköy) ve daha saymakla bitmeyecek pek çok şey de vardı.
Peki tekrar soruyorum: neden hala İstanbul’dayız? Şu andan itibaren üç seçeneğimiz olabilir: ya gerçekten İstanbul’u seviyoruzdur ya “gidecek yerimiz mi var “bunu eller anlamaz”dır ya da hepimiz birer mazoşistizdir. Bu üç seçenek arasında bana en yakın olanı sonuncusu, ama dolaylı olarak da birincisi. Evet kabul ediyorum ben İstanbul’u her haliyle seviyorum. Ya da belki uslanmaz bir sergüzeştperverim. Zaten hepimizin içinde yatan da bu maceracı ruh değil mi? İster 2030 olsun ister 8090. İnsan her zaman insan. Sergüzeşt merakıdır her zaman insanın içinde yatan.
*Fotoğraf: Doğacan Onaran
Bu yazı, 1 Mayıs 2009’da BirGün Gazetesi’nde yayımlanmıştır.