Bugün acaba kaç kişi evinden sefer tasıyla iş yerine yemek götürüyor veya buna gerek duyuyor? Kaçımız dışarıda yemek için harcadığı para ve zamanın farkında? Kaçımız dışarıda yenen yemeklerin yağının, malzemesinin ne olduğunu sorguluyor? Kaç kişi ne yediğine gerçekten dikkat ediyor? Dikkat etmek derken, vücuduna günlük olarak alacağı besin hakkında bilgileniyor, düşünüyor, ölçüp biçiyor ve karar veriyor? Bunlar kent hayatında kafa yorulması gereken ama hep itelenen veya üstünde hiç durulmayan sorular. Evet elbette memlekette kafa yorulacak binlerce başka şey var ama yemek önemli konu azizim.
Geçenlerde tam da bu konulara uygun düşen bir film izledim. Yemek ile kurulan o enfes ilişki dışında bir hayat felsefesi, güçlü bir duruşu vardı filmin. Ayrıca hint yemekleri hazırlar gibi; her duygudan birer tutam atılmıştı içine.
Tahmin edeceğiniz üzere filmin adı: Sefer tası (Lunchbox). Baharat kokulu renkli bir Hint filmi. Çok detaylandırmadan, büyüsünü bozmadan kısaca bahsetmek isterim: Hindistan’ın en kalabalık kenti olan (yaklaşık 20 milyon!) Bombay’da, 120 yıldır süregelen ve babadan oğula geçen bir sefer tası taşıma mesleği/geleneği (dabba) varmış. Ev kadınları, kocaları için hazırladıkları öğle yemeklerini sıcağı sıcağına bu kuryelere veriyor ve onlar da hiçbir şekilde karışıklığa sebep olmadan sahiplerine ulaştırıyormuş. O kadar kalabalık bir kentte böyle bir sistemin tıkır tıkır işlemesi mucize gibi bir şey. Kaldı ki Harvard Üniversitesi bununla ilgili bir araştırma bile yapmış; “geleneksel sefer tası taşıma sistemi” o kadar mükemmel işliyormuş ki kayıtlara göre, sefer tasları ancak ve ancak dört milyonda bir ihtimalle yanlış kişiye teslim ediliyormuş. İşte film de bu tek bir yanlışlığı konu ediniyor. Ve kadın ve erkek ve daha tanışılmadan, sefer tasının içinde taşınan notlarla gelişen bir aşk. Filmi mutlaka izlemenizi tavsiye ediyorum, fragmanı burada.
Gelelim esas meseleye, evden yemek taşımak ya da taşımamak. Yemeklerimize sahip çıkmak veya çıkmamak. “Organik” lafı nasıl geçmişteki bahçeciliğin, doğal tarımın, ilaçsız tarlaların, anneanne ve dedelerimizin zaten gündelik hayatının bir parçası olan yetiştiriciliğin yerine konuşlanıp gelenekselliğin rolünü bir güzel çalarak kendine küresel dünyada yeni ve mucizevi bir şeymişçesine yer edindiyse, işte bu da öyle bir mesele.
Aslında zaten kentleşme sürecinin öncesinde, küresel çalışma hayatının ve korkunç bir hal alan yemek endüstrisinin evvelinde var olan bir şey, zamanla, koşullarla unutulup/unutturulup yeniden kendini var etmeye çalışıyor, tabi şimdilik sadece olayın farkında olanlara.
Yiyeceklerimiz üzerinde oynanan oyunlar o kadar büyük ve korkunç ki 28 günde antibiyotiklerle şişirilen tavuklar mesela eğer hemen kesilmezse zaten kendiliğinden ölüveriyor. Kesilirse de biz yiyoruz ve ölüme bir adım daha yaklaşıyoruz.
Bir zamanlar tarım ülkesiyken ne yazık ki bugün neredeyse her şeyi ithal ediyoruz. İnanılır gibi değil ama gerçek. Tohum satamıyor, alamıyoruz. Neyi nasıl yetiştireceğiz? Son birkaç yıldır binbir çabayla tohum takas şenlikleri düzenleniyor ama cüzi miktarlarda değiş tokuşla ülke genelinde tarım sürdürülemez ki. Köylü kendine bile yetemediği için kente göçe zorlanıyor ve daha sonrasında barınmadan sağlığa her konuda zorluk çekiyor. Başka başka engellerle karşılaşıyor, önce sistem çemberinin içinde kaybolup sonra kendiliğinden dışarıya itiliyor. Ve son alınan haberlere göre “köylü” resmen devlet jargonundan çıkarılıyor.
Balıklarsa ayrı bir konu, balık nesillerini koruyabilmek adına gerçekleştirilen kampanyaların devam edebilmesi için kişiler, sivil toplum örgütleri canla başla çalışıyor, boyunu santim santim ölçüp alacaksınız diye bas bas bağırıyor ama balıkçı cebine girecek olan paraya bakıp balığın boyuyla kıyasladığında tercihini kapitalizmden yana yapıyor. Ve lüfer Boğaz’a elveda demeye yelteniyor.
Kıssadan hisse, bu konular oldukça uzun ve çıkmaz sokaklarla dolu. Devlet politakalarıyla yemeğin ne alakası var? diyenlere selam olsun. Benim anladığım şu ki; sefer tasında yalnızca yemek taşınmıyor; gelenek, sevgi, emek, felsefe, hayat da beraberinde yolculuk ediyor. Biz biz olalım, yemeklerimizin farkında olalım. Taşıma suyla en azından kendi değirmenimizi döndürebileceğimize inanalım. Afiyette kalalım.
Not: Fotoğrafta gördüğünüz ısıya ve geleneklerine duyarlı “modern” sefer tası “Nevale”nin tasarımı, 2006 yılında Elektrolux Uluslararası Tasarım Yarışması’nda büyük ödüle kayık görülen İTÜ Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü mezunu Metin Kaplan’a aittir.
Görsel: google.com
*Bu yazı, 11.06.2014’te Radikal Blog’da yayımlanmıştır: http://blog.radikal.com.tr/yemek-tarifleri-mekan-onerileri/sefer-tasi-veya-tasima-su-62932