Bu hikayem, ben henüz doğmadan aramızdan ayrılan; hiç tanıyamadığım Selanik göçmeni Nihat Dedem’e, tohumlarımın atıldığı Mudanya’ya, Girit’in güzel insanlarına ve tüm mübadillere armağan olsun…
Evimi çok özledim. Ama evim neresi, artık bilmiyorum. Günlerimi kaybettim. Sevinçlerimi, heyecanlarımı, anılarımı kaybettim. Yapraklarımı kopardılar benden, söküp aldılar. Köksüzleştirdiler ağacımı. Hem de hiç acımadan. Bir sabah uyandım. Ve artık yurtsuzdum. Köksüzdüm. Öksüzdüm. Öksürdüm. Aksırdım. Kimse ‘çok yaşa’ demedi.Oysa yaşanacak daha çok günlerim vardı. Yalnızdım. Topluca bir göçün ortasında, yapayalnız.
Yanıma sadece sırt çantamı aldım. İçinde birkaç parça eşyayla. Mora’yla bile vedalaşmadan, arkama dönüp bakmadan gemiye bindim. Zavallı kediciğime iyi bakarlar inşallah. Onu yanımda götüremezdim ki. Onu arkadaşlarından, vatanından koparamazdım ben. Nerede mutluysa orada yaşamalı. Ama onu çok özleyeceğim. N’olur affet beni canım mikri mu. Camdan dışarı bakmamak için gözlerimi kapadım. Uyumuş kalmışım.
…
Rüyamda Sofiya’yı gördüm. Sofiya, Eleni’nin kızı. Ama benim kızım olsaydı onu ancak bu kadar sevebilirdim. Ben mutfakta ona Fasolatha pişiriyordum, o da karşımda durmuş ağlıyordu. Kucağında oyuncak Truva atıyla hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Ama ben çorbayı karıştırmaya devam ediyor ve ona öylesine bakıyordum. Gidip de sarılamıyordum. Sarılıp da teselli edemiyordum. ‘Neden ağlıyorsun tatlım?’ diye soramıyordum. Dilim tutulmuş gibiydi. Büyük bir sarsıntıyla uyandım.
Sanki bir şeye çarpmıştık. Güverteye çıkıp geminin ön kısmına koştum. Kalabalık toplanmıştı bile ön tarafa. Herkes telaşlı. Büyük bir balıkçı teknesine çarpmışız. Yardım çığlıklarını duyuyorum. Tekne hızla su alıyor ve bizden yardım istiyorlar. Bizim geminin can simitlerini atıyoruz onlara. Bir de küçük kayığı denize indiriyoruz hemen. Toplamda sekiz ya da on kişiler. Kayığa doluşuyorlar. Ve bizim gemiye çıkıyorlar birer birer.
Onlara ellerimizi uzatıyoruz. Hepsi Rum. Bizim gemide de herkes Türk; Rumca konuşan Türkler. Ama sonuçta hepimiz insanız. Kardeşiz. Bu günde, böyle bir kaza yaşanması tesadüf olamaz. Geri dönüşümüz yok çünkü, imkansız. Rotamızı değiştiremeyiz. Ama Rumlar ne olacak? Bizimle Mudanya’ya kadar gelebilecekler mi? Bizi limanda karşılayacak olan askerlerin anlayış göstereceklerinden şüpheliyim. Şüphelerim bunlarla da sınırlı değil. Ama ses çıkaramıyorum. Susuyorum.
Sahi, susamıştım. Yanıma aldığım yarım şişe suyum bitmişti. Daha yolumuz vardı. Midem yanıyordu. Gemi sallandıkça geçmişim de siliniyordu sanki. Tüm ‘an’larım gözümün önünden geçiyordu. Beni yurdumdan ayırıp başka yurtlara götürse de, su her zaman hayat verir. En azından ben buna inanırım. Bizi bir arada tutar.
Su almaya gittiğimde, gemideki küçük restoranın benim restoranıma ne kadar çok benzediğini gördüm. Yıllar önce kapattığım restoranımı ne kadar çok özlüyorum. Ama bugün diyorum, iyi ki planlayarak kapatmışım. Girit’i bu şekilde zorla terk ederken onu kimselere emanet edemezdim. Apar topar da kapatılmazdı, bütün malzemeler zayi olurdu. Eşimle ve kızımla geçirdiğimiz yılların tek hatırasıydı bu restoran. Onca emek, onca anı, duvarlara sinen onca yemek kokuları… Hiçbirini bırakıp da gidemezdim. Şimdi hepsini yanımda götürüyorum. Mudanya’ya. Orada nerede kalacağımı, kimlerle tanışacağımı bilmiyorum.
Ben tüm bunları düşünürken, az önce balıkçı teknesinden kurtardığımız Rumlar’dan biri karşımda durdu. Bana nereye gittiğimi sordu. Sanki dünyada olup bitenden haberi yokmuşçasına, merakla. “Bilmiyorum” dedim. Evet Mudanya’ya gidiyordum ama bu yeterli ve açıklayıcı bir cevap değildi. “Bu nasıl bir gemi? Kimse nereye gittiğini bilmiyor mu!” dedi. “Türkler olarak zorla Girit’i terk ediyoruz veTürkiye’den gelen gemideki Rumlar da Türkiye’yi terk ediyor. Çünkü biz Müslüman’ız ve siz Ortodoks’sunuz.”
Tahminim doğru çıkmıştı. Aylardır denizde olduğunu, ülkede neler olup bittiğinden haberi olmadığını söyledi. Şaşırmıştı. Derken, karaya yaklaştığımızı gördüm. Türkiye’ye varmamıza az kalmıştı. Heyecanlandım. Daha önce hiç gitmediğim bir yerdi burası. Ama benim kökenim Türk’tü ve kanunen Türkiye’de olmalıydım. Kurallar, anlaşmalar bunu gerektiriyordu. Belki bundan sonra hep orada kalacaktım, belki orada ölecektim.
Aile içinde Türkçe konuşuyor olmamız, bu dile alıştırmıştı beni. Sokakta ise Yunanca konuşurduk. Restoranda, otobüslerde, çarşıda, pazarda, . Bundan sonra hayatımda sadece Türkçe olacaktı belki.
Limana yanaşıyorduk. Bir grup görevli asker bizi bekliyordu. Herkes kimliklerini hazırladı. Rumlar, kazayı açıklamak ve bizleri zor durumda bırakmamak için önden indi. Beklediğimiz kadar büyük bir sorun çıkmadı. Hatta yüzlerinde bir parça mahcubiyet bile vardı.
Mudanya rüzgârlıydı. Lodos vardı. Ve ben acıkmıştım. Yürümeye başladım. Kalacak yer bulmadan önce karnımı doyurmalıydım. İstanbul’da tapulu evi olanlara takas karşılığı ev verilecekti. Ama benim evim yoktu. Tapum da. Kiralık bir yer aramak için yarını bekleyecektim. Bugünse bir pansiyon ayarlayacaktım. Yemek yiyeceğim yer bana bir adres verir diye düşündüm.
O sırada, gemiden inen diğer Türkler ile hiç konuşmadığımı fark ettim. Azınlık psikolojisiyle davranmak istemedim sanırım. Ben yalnızlıktan da azınlıktan da şikayetçi değildim. Biricik aşkım Eleni ve Sofiya’yı kaybettiğim günden beri yalnızdım ne de olsa. Yaklaşık 25 senedir. Yapayalnız.
Eleni’yle evlenmemiştik. Ama birbirimizi çok seviyorduk. Birden burnuma buram buram zeytin kokusu geldi. Biraz daha yürüyüp salaş görünümlü, samimi bir mekan buldum. Adı Radika’ydı. Çok hoşuma gitti. Çünkü en sevdiğim Girit otlarından biridir radika. Evde hep ben hazırlardım. 2-3 dakika haşlayıp üzerine bolca limon ve zeytinyağı. Gerçekten bir harikaydı. Yediğim en lezzetli radika salatasıydı bu.
…
Rüyadan uyandım. Nefes nefese kalmıştım. Camı açmaya çalıştım ama kulbu sıkışmıştı, açılmadı. Biraz temiz hava almak için güverteye çıktım ben de. Denizin mis kokusunu ciğerlerime doldurdum. Hiçbir kara parçası görünmüyordu. Denizin tam ortasındaydık. İçeri, yerime geri döndüm. Ve sonuna yaklaştığım hikayemi bitirmek üzere defterimi açtım…
Radika.
Diğer adıyla; karahindiba. Her yerde rahatlıkla yetiştiği için, “arsız” ve “rahatsız edici” diye bilinir bizim oralarda. Ne var ki radika, özellikle acı çeken insanlar için, iyileştirici ve yenileyici özelliğe sahip bir bitkidir. Ayrıca tohumları da çok ince tüylerle kaplıdır ve bu sayede rüzgârla birlikte her yere kolaylıkla dağılabilir. Tıpkı bizim dağıldığımız gibi.
Evet dağılmıştık. Tam anlamıyla, bizi parçalamışlardı. Oysa şimdi her şey bambaşka olabilirdi. Kimse acı çekmez, kimsenin hayatı elinden alınmazdı. Günlerimizi kaybetmezdik. Yurtsuzlaşmazdık. Kendimize yabancılaşmazdık. Öksüzleşmezdik. Öksürmezdik. Öksürüp aksırsak da ‘çok yaşa’ diyenimiz olurdu. Yaşardık. Evimiz nerede, onu bilirdik. Özlemezdik.
*Fotoğraf: google.com
*Bu yazı, 25.06.2014’te Radikal Blog’da yayımlanmıştır: http://blog.radikal.com.tr/siir-deneme-oyku/radika-64426