Geçen sene, yaz tatili için seçim yapmakta epey zorlandık. İtalya mı, İspanya mı, Sardunya mı, Sicilya mı, Bodrum mu, Datça mı diye yaklaşık 1 ay kafa patlattıktan ve herbirinin artılarını eksilerini değerlendirdikten sonra nihayet karar verdik: Girit’e gidecektik!
Münih’ten Girit’e Ryanair’in çok uygun fiyatlı uçuşlarını keşfettik, daha sonra gününe hatta saatine göre borsa gibi bir inip bir çıkan bilet fiyatlarını takip ederek ve haftanın sadece 2 günü karşılıklı uçuş olduğunu da hesaba katarak tatilimizin kaç gün olacağını düşündük: tamı tamına 15 gün!
Daha önce hiç bu kadar uzun ve su gibi bir tatil planlamamıştım. Hayattaki diğer sorumluluklarımızı ve elbette bütçemizi ayarlayıp çanta hazırlamaya başladık. Tabi ucuz uçak biletinin en büyük handikapı, bagaja valiz vermeyip, kabin içine alınmasına izin verilen ölçüleri ve sıvı limitlerini tutturmak, herhangi bir kontrol olduğunda da sinir krizi geçirmeyecek cool’lukta olabilmektir.
Çanta çalışmalarımıza da seyahatten yaklaşık 1 ay evvel başladık ki rahat rahat fikir telakkisinde bulunalım, çantalar uygun değilse yenisini alalım veya ödünç isteyelim. Önce ne kadar eşya götürmemiz gerektiğini tahayyül ettik, 15 gün demek yarım ay demek, “peki nasıl sadece 1 sırt çantasına sığacağım ben!” endişesi yaşamadım değil ama ah o güzelim yaz, o tiril tiril etekler ve elbiseler benim en büyük kurtarıcım oldu. Hikayenin erkek tarafı zaten epey minimalistik şekilde hazırdı: 2 şort, 2 t-shirt, 1 ayakkabı, 1 terlik.
Yine de elimizde mezura, kağıt, kalem; en boy ağırlık ölçümleriyle “ay sığacak mı sığdı mı, biraz daha bastır, bu eteği de koysam mı, ya bu blüz, dediler ki güneş yağı Girit’te çok pahalıymış oradan almayalım buradan götürelim ama max. sıvı kutusu 100 ml. olmalı, o halde 2 tane seyahat kiti alalım, küçük birer krem çantası yapalım, diş macununa kadar koyalım bir daha iş olmasın, makyaj malzemesine hiç gerek yok, ama bir kalem bir allık yeter, törpü taşıyamıyoruz madem ucu sivri diye, yuvarlak hatlı masum törpülerden alalım, havlu çok yer kaplar a dostlar onun yerine peştamelleri götürelim, gereksiz hiçbir şeyi yanımıza almayalım, kitap mı tamam birer tane alalım sonra değişiriz böylece iki kitap okumuş okuruz adam başı, biri elbette Kazancakis’in Zorba’sı, diğeri de 3. kez okunacak da olsa Byron Ayanoğlu’nun İstiridye Üstü Girit’i, peki şapkamı n’apıyorum, kafana tak, bikiniler tamam mı, 2 takım evet, gözlük, a! su altı fotoğraf makinası alsak ne güzel olurdu, tamam ben bir arkadaşlarıma sorayım, şarjlar ok, başka ne eksik, tamam gibiyiz, eğer kontrol olur da ölçmek için o demir zımbırtıya sokarlarsa ittiririz bastırırız ama öyle ama böyle geçiririz ya tamam!” derken derken geldik havaalanı kapısına (Girit hikayemiz devam edecek ama şimdilik söz yemeklerde).
Bu yaz, Girit/Resmo’da oturduğumuz en güzel sofralardan birinin girizgahı idi bu caciki, zeytinler ve zeytinyağıyla ıslatılmış damak kanatan kıtır ekmekler. Soframızı kuranlar, Resmo’nun en eski aile işletmelerinden biri olan Knossos‘un güzel sahipleri.
Yemek öncesi elimize tutuşturdukları ikram rakılardan içtik, hemen ardından birlikte buzuki çaldık, ayak üstü sohbet edip mutfaktaki 90’lık teyzeyle fotoğraf çektirdik ve ağzımızın tadıyla masaya oturup ouzolarımızı sağlığa kaldırdık. İlk yudumu aldıktan sonra gelişme ve sonuç bölümleri geldi, yani ızgara ahtapot, kızarmış gümüş balıkları, roka domates salatası ve diğerleri. Ziyadesiyle güzel bir yemekti. Keyfimiz yerinde, kafamız kıyak, karnımız tok, içimiz neş’e doluydu.
Ah Girit! Sen ne güzeldin. Bizi de sonunda kendine benzettin.
*Bu yazı, 29.01.2014 tarihinde Radikal Blog’da yayımlanmıştır: http://blog.radikal.com.tr/Sayfa/kitir-ekmekler-zeytinyagi-ve-caciki-48082