2010 yılının sonbaharı iyice hissettirdiği serin soğuk günlerindeyiz; klimaların sıcağa ayarlandığı, radyatörlerin havasının alındığı, yazlıkların baza altına kaldırılıp kışlıkların dolaptaki yerini aldığı ıssız günler… Yani yılın sonuna yaklaşıyoruz hızla ama yine de İstanbul’un gündelik hayatı ve günlük olayları kadar büyük bir hızla değil.
Sevgili İstanbul yıllar önce (1923, yine bir sonbahar günü), birilerinin elinden kurtulmuş; belki yıllar içinde çekeceği ızdırapları önceden görüp bu kurtuluşa üzülmüş veya en iyi ihtimalle neyden kurtulduğunu bilemese de kulağa hoş gelen bir kelime olduğundan sevinmiştir. Yine de 1453’ün bir ilkbahar gününde fethedildiği gün kadar sevinçli olmadığını düşünüyorum bu hassas ‘kız’ın. Kurtarılmış çünkü, demek ki işgal edilmiş, demek ki düşmanlar üstünde savaşmış, onun canını yakmış ve kanatmışlar.
Bu 87 yıl içinde pek çok şeye sahne olmuş, kanlı bıçaklı savaşlar bitmiş belki ama başka savaşlar başlamış bu sefer. Dünya da bu arada boş durmamış, çalışmış. Sanayi gelmiş önce şehre, fabrikalar kurulmuş ülkenin kalkınması uğruna. Bunu duyan kırsal kesim başlamış uzaklara göç etmeye. Sadece üzerindeki giysilerle, bırakmış gelmiş köyünü. Önden gidenler arkadakileri de çağırmış, ‘burası çok güzel yer, hadi siz de gelin’ demişler.
Derken şehirdeki evler yetmez olmuş, gece vakti kaçar-göçer-konar evler yapılmaya başlanmış. Bir gecede anahtar-çatı teslim, imece usulü yapılmış bu evcikler, uçtu uçtu kondular. Damlarının rüzgarla yok olduğu, elektiriğin suyun henüz keşfedilmediği, ancak “baş sokulacak” büyüklükte, sağlıksız, imkansız, dere ağzındaki modern şehir mağaraları.
Sıra sıra dizilmişler yedi tepenin herbir yerine… Açlık, susuzluk, yoksulluk, eğitimsizlik, ezilmişlik, kimsesizlikmiş en büyük sorunları. Dışlanmışlar giderek. Arada ticaret yapıp köşeyi dönen olmuş elbet. Tabi köşe dönülünce arkalarına bakmadan kaçmışlar geçmişlerinden. Kurtulmuşlar.
Ve yollar geçmiş, yıllar geçmiş, hükümetler değişmiş ama hiçbir şey fark etmemiş. O kadar çok gecekondu ailesi varmış ki, yıllar önce düşmandan kurtulan İstanbul’u onlardan “kurtarmak” artık mümkün değilmiş. Ama yıllar sonra başbakan olacak kişinin belki çok çılgın projeleri hayata geçebilirmiş.
Köprü fikirleri varmış mesela çok çılgın. İstanbul’un iki yakası biraraya gelmiyormuş, aralarında böyle bir espri yaparken, ‘neden olmasın ki lan?!’ demişler ve çılgın mühendisler çağırmışlar. Hemen çizdirip yaptırmışlar. Böylece iki yakası biraraya gelmiş, vatandaşlar da sevinmiş, espri de yerini bulmuş.
Sonra ikinci köprü gelmiş, çünkü İstanbul’da her gün trafiğe çıkan araç sayısı, yeşil alanı ve oksijeni sağlayan ağaç sayısından epey fazlaymış. Ne gerek varmış. Fazla geleni kesmişler böylece vatandaş önce itiraz etse de vızır vızır köprüden geçmeye başlamış. Her geçişte parasını da seve seve ödeyerek.
Üçüncüsü de, daha ikinci yapılırken zaten projeymiş, bize kısmet bugünleri de görmekmiş. 2,5 milyon ağacın lafı mı olurmuş, kökü varsa yeniden topraktan çıkarmış. Millet itiraz etmiş, saymış sövmüş, yürüyüş yapmış ama kar etmemiş. Ne de olsa bundan önceki köprülere de itiraz etmiş ama her gün vızır vızır geçiyorlarmış ya bir kere, artık itirazlar inandırıcı değilmiş, ihaleyi alan köşeymiş.
Bu arada muhteşem bir mimariye sahip olan tokitokitoktok ve nediyebelediye, UNESCO falan dinlemeyip Tarihi Yarımada başta olmak üzere pek çok “çöküntü alanında” kentsel dönüşümler, bölüşümler, çözülümler yapmaya karar vermiş. Hani o tırnaklarla kazılıp bir gecede yapılıveren kondu mahalleleri var ya, hah işte şimdi İstanbul için temizlik vaktiymiş.
Ne kadar yoksul, aç, cahil, suçlu varsa yerlerinden kovulup yerlerine ağalarınoğlu, paşalarıntorunu, velilergöçerler -ve benzeri- iş adamlarının projeleri konduruluyormuş, çünkü herkesler iyi yaşamayı hak ediyormuş (tabi ki sen ben değil, ‘zengin olan herkes’ burada adı geçen; bilmem, ben Keloğlan’ın yalancısıyım).
Bütün bunlar olurken, İstanbul’un 2010 yılında Kültür Başkenti seçildiğini unutmuşuz tabi, bir de o vardı. Oysa yazımın başlığını ona göre atıp bu konuyla ilgili bir şeyler yazacaktım. Güme gitti zaar. Böylece bilmecemin cevabını düşünenlere bir ipucu vermiş oldum sayın seyirciler.
Daha İstanbul’un güzel yüzünden, zarif bacaklarından, naifliğinden, bekaretinden, kültürlülüğünden, anlayışından, sabrından ve bir sürü iyiliğinden bahsedecektim. Marmaraysenordakal projesini, kazıldıkça keşfedilen yeni arkeolojik bulguları, boğazlarındaki bademcikleri nasıl aldırdığını, kazanova gemisini, trafik yüzünden felçler geçirdiğini ama her seferinde ‘kurtulduğunu’ falan yazacaktım.
Şimdi düşündüm, bunları yazmasam daha iyiymiş. Bugün yine gazeteleri okudum da, zaten ülkede yeterince ‘insani’ sorun varmış. Yeterince genel aftan yararlanıp cinnetine yeni ortaklar eklediği bebek, kız, yaşlı demeden saldırdığı tecavüz kurbanları varmış.
Fazlasıyla haksızlığa uğrayan, susturulan, yok sayılan, gerçekleri söyleyip dokuzköyden kovulanlar varmış. Diğer yandan hükümetsever-jölesever yiğitler, evethayıroynayan politikler, haneficiler-işkence çorbacıları, türbanülansa girenler, yökümsükararlar ve yeni bir iş kolu olan sınavhırsızlığı varmış.
…Vee ce eee, bütün bunlar kötü bir ‘masalmışşş’… demeyi ne çok isterdim anlatamam. Ama ne yazık ki geldiğimiz nokta bu.
Sahi soruyu unuttum, İstanbul neyin başkentiydi kuzum?
*Bu yazı, 8 Ekim 2010’da BirGün Gazetesi’nde yayımlanmıştır.