Deontolojik Bir Yaklaşım Olarak Doktorun Hastayla İletişim(sizliğ)i
“Doktor, pek çok yaşama değer bir varlıktır.
Yaralardan okları çıkarmada ve açılan bu yaraları
bitkisel merhemlerle iyileştirmede eşi yoktur.” – HOMEROS
Hepimiz –doktor olsun, hasta olsun, kadın olsun, erkek olsun, genç olsun, yaşlı olsun, kim olursa, ne olursa olsun- doktora gidiyoruz, bu yadsınamaz bir gerçek. Neden? Çünkü hasta oluyoruz. Neden? Çok çeşitli sebepler yüzünden (şu an nedenlerden çok sonuçlar mühim benim için ve tabi ki sonuca giden süreç de). Peki, doktora gittiğimizde, nihai amacımız nedir? İyileşmek ve sağlığımıza kavuşmak. Elbette, gidilen zaman, mekân, durum, vb. koşullar da etkili birer öğedir. Ancak tüm bunlardan belki daha önemli bazı insani koşullar söz konusudur; doktor ve hasta arasındaki iletişim/”SİZ”lik gibi.
Gördüğüm, araştırdığım, biraz da tıp tarihini karıştırdığım kadarıyla, bu konuyla ilgili olarak, elimizde dört çeşit tip var: birincisi, kendini Tanrı gibi gören, “bunca sene ben bu işin okulunu okudum, asistanlığını yaptım, uzmanlığını verdim, doçent olmama da az kaldı, sonra ver elini profesörlük, oh sonrası da garanti… Tabi ki hastaya “sen” demeliyim, ukala olmalıyım, hasta da kimmiş, esas o bana “siz” desin, ben onu iyileştiricem, sağlığına kavuşturcam, bir de “siz” mi dicem? Burası bir hastane ve burada benim sözüm geçer”ciler, -ki bu tipler, daha çok, yeni mezun ya da “doktor” titrini nihayet kullanmaya başlayabilmiş, çok bilmiş olanlardır veyahut tam tersi, çok hastalar iyileştirmiş, alanında ün salmış, popülerleşmiş, her hastasını hayata döndürmüş, göğüsleri kabarmaktan kocaman olmuş, pek önemli cerrahlardır. İkinci tip ise, bu birinciye mukabil olarak: “ben bir doktorum, evet yıllarca okudum ettim, ama sonuçta halktan biriyim, ben de hasta konumunda olabilirim, hepimiz birbirimize saygılı olmalıyız, kim olursa olsun herkes eşittir ve kimse kimseden üstün değildir, hasta ile doktor yakın bir iletişim kurabilmelidir, nabza göre şerbet vermek de pekâlâ mantıklıdır ancak en iyisi düzeyli bir iletişimdir”ciler, ki bunlar da yine, daha çok yeni mezun, tevazu sahibi, “doktor”luk kalıbına henüz alışmamış kişilerdir, insaniyet namına özelliklerini henüz kaybetmemişlerdir.
Şimdi bir de bunların hastaya tekabül eden kısmı var. Bazısı, yukarıdaki birinci doktor tipine kıl/tüy/sinir/gıcık olanlar: “kardeşim sen de insansın ben de insanım, ne diye bana Allahmışsın gibi davranıyorsun ki, kimsin ki sen yahu, alt tarafı bir doktorsun, ben de alt tarafı hasta oldum, okumuşsun ama insan olamamışsın adamım, şu karşıki dağları sen yaratmadın değil mi, bedenimi iyileştir, gerisine boş ver, kasmaya ne gerek var ki?”ciler, ki bunlar genellikle genç, asi, bir an önce iyileşip delikanlılıklarına devam etmek için sabırsızlanan hastalardır. İkinci gruba müdahil olan tip ise: “ah yavrum, Allah senden razı olsun, Allah ne muradın varsa versin, ver bir elini öpeyim, oh çok şükür iyileştim, senin sayende yavrucum, ne istersen yapayım, yeter ki söyle, kulun kölen olayım, bak bizim köyden tulum peyniri getirdim, afiyetle ye, sakın hasta olma, sen beni iyi ettin, Allah da seni iyi etsin, tuttuğun altın olsun”cular, ki bu grup da çoğunlukla yaşlı, az tahsilli teyzeleri/dedeleri içinde barındırır.
Şimdi tüm bu veriler önümüzdeyken, biraz da tıp tarihini incelemek; nasıl bugünlere geldiğimizi bilmeden maval okumamak gerek. Deontolojide, Antik Yunan ve Helenistik dönemde oluşmaya başlayan doktorluk geleneğinin kökeninin, büyücülüğe, medyumluğa, doğa üstü/tanrısal güce dayandığı anlatılır. Doktor, inanılmaz derecede saygın, güçlü, yüksek bir statü sahibidir. Tabi ki bu dönemde tıp, felsefenin ışığındadır ve iyileştirme sanatı olarak görülür. Bu eylem rahipler ve sorgulamayı büyüye tercih eden insanlar tarafından uygulanırmış. Hipokrat döneminde ise, Batı’ dan nasibini alarak (Doğu fikrinden uzaklaşılıp), yavaş yavaş büyücülük fikrinden sıyrılıp, “bilimselleşmeye” başlanmış. Derken tamamen bir bilim olmuş.
Velhasılıkelam, Helenistik dönemdeki Tanrı-doktor-büyücü düşüncesi, artık günümüzde varlığını ancak birinci grup doktorlar sayesinde sürdürebilmektedir. Tabi ki hasta, Helenistik dönemle ilgili ne kadar bilgi sahibidir, orası muallâktır. Ne var ki, tevazu sahibi olup, hastayla olumlu ve etkili bir iletişim kurabilmek sanıldığından zordur. Bence tıp öğrencilerine, iletişim, psikoloji ve sosyoloji dersleri de verilmelidir. Çünkü insan, sadece bir et, kemik, organ yığını değildir. Ne yazık ki, ruh ile bedeni birbirinden ayrı düşünen birçok “doktor diplomalı oda” vardır. Oysa ruhlarımız, girecekleri bedenleri seçip ona yerleşirler, bedenle bütünleşirler, bir olurlar.
Yani, bu yazının başlığında yazıldığı kadar basit bir anlam içermez, doktorun hastasına “sen” diye hitap etmesi. Bunun altında, çevresel, kültürel, psikolojik, sosyolojik, hatta ekonomik birçok etken yatar. Saygılı bir “SEN” ile saygısız bir “SİZ”, ne kadar da kendi içlerinde çelişkilidirler. Ancak, hiçbir hitap, yazıldığı gibi telaffuz edilmez; tıpkı hiçbir insanın dışarıdan görüldüğü haliyle “kodlanamayacağı” gibi…
Kendinize iyi bakınız, sağlıcakla kalınız efendim. Hastalıklar gelip geçici, insanlığınız kalıcı olsun dilerim.
*Bu yazı, 2008 yılında Mersin Üniversitesi Tıp Fakültesi Dergisi’nde yayımlanmıştır.