En son ne zaman ellerinle bir şey ürettin? Boyadın? Diktin? Kestin? Yapıştırdın? Ayıkladın? Pişirdin? Yazdın? Derdest ettin? Yıkadın? Biçtin? Çaktın? Ellerimizle yapabildiğimiz ne çok şey var değil mi aslında düşününce; adlandırabildiğimiz ne çok fiil, ne çok eylem, ne çok iş… Ne güzel laf şu, “el emeği göz nuru”. Nasıl değer veren, el üstünde tutan, elle yapılanın gözün nuru kadar mühim olduğuna atfeden.
Bugünse ellerimizle yaptığımız pek çok şey için sadece bir “tık” yetebiliyor. Hayatımıza sokmak zorunda bırakıldığımız tüm ekranlar dokunmatik; araba kiralama sistemleri, kapı girişleri, market ödemeleri barkod-matik hatta app-matik. Bankacılık işlemleri, postalama servisleri, alışveriş siteleri, gazeteler, dergiler, dünyanın bir ucundan olaylar “tık” diye parmağımızın ucunda. Karnın mı acıktı, bir tıkın yeter sevgilim!
Beğendiğimiz fotoğrafa beğenimizi göstermek içinse iki kere tıklamamız gerekli. Doğum günlerinde, bayramlarda telefon açıp iki laf etmek yerine feysbuktan fotoğraf altı yorum yazıyor hatta ona bile üşenip beğenecek bir fotoğraf varsa ona tıklıyoruz. Son süratle asosyalleşiyoruz. “El emeği göz nuru”ndan, “alet işler el övünür”e evrildik bile.
Ne kadar da müthiş, değil mi! İleri medeniyetler seviyesinde o denli ilerledik ki artık ellerimizin nur topu gibi yepyeni bir fiili daha var: “sadece tıklamak”. Başka bir şey yapmanıza gerek yok. Çünkü buna zaman yok. Ne yazık ki ellerimiz giderek tembelleşiyor.
Kablosuz kulaklıklar, kablosuz şarj üniteleri, kablosuz hoparlörler da ayrı mevzu. Parmaklarınızın yönüne göre sesi açıyor, kapatıyor, türlü fonksiyonları kullanıyoruz. Uzun pil ömrü, uzun insan ömründen daha değerli artık.
Tüm bunların tam tersi de mümkün: asla hiçbir yere dokunmamak için tasarlanan sistemler yani asansörler, musluklar, sifonlar(!), ışıklar, hepsi sensör-matik. Hareketimizi algılıyor, ona göre işlevini yerine getiriyorlar. Ne kadar şahane! Klozetten kalktığımız an, foşşşşş. Makineler, bizi bizden daha iyi anlıyor.
Günümüz kapital dünyası, John Berger’in deyimiyle “boyunduruğu altında yaşadığımız vurguncu finans kapitalizminin totaliter küresel düzeni”, seri imalat hastalığından muzdarip firmalarla dolup taşarken, el üretimi giderek önemini, değerini, varlığını yitiriyor. Daha ucuza daha fazla sayıda ürün
elde edebilmek uğruna yapılmayan, denenmeyen yol kalmadı. Antibiyotikle beslenen, yalancı ışık altında büyütülen civcivler, fazla süt versin diye memeleri şişirilen inekler, kesilip biçilen ağaçlar, %100 pamuklu yazsa dahi içindeki malzemelerden asla emin olamadığımız kumaşlarla dikilen içi kimyevi madde dolu giysiler. Günde 2 dolardan da az kazanmak uğruna köle gibi çalıştırılan çocuk işçiler. Fabrikasyondan tiksinmek için yeter de artarlar. Vicdanımız rahat mı?
Sanayileşme sistemi işleri büyüttükçe, fabrikalaştırdıkça köylüye köyde iş kalmadı, köyde iş kalmadıkça kentlere göçüldü, emek sömürüsüne ve yabancılaşmaya yelken açıldı, kentler dolup taşmaya başladı, binalar yetmedi, gecekondular yapıldı, trafik arttı, nüfus patladı, ihtiyaçlar hep şekil değiştirdi, mutasyona uğradı. Bizi yarına borçlandırdıkça bankalar kazandı, üretmeyişimiz yüzünden her şeyleri dışarıdan almak zorunda bırakıldık, bugünümüz yalandan bir bolluk halüsinasyonuna terk edildi. Doğa kirlendi, canlı türleri tükendi, öz kaynaklar azaldı. Daha ne kadar yaşayacağız? Ne kadar daha bu gezegende kalacağız? Kafalar fena halde karıştı.
Endüstrilerdeki bu ahlaki çöküş, son yüzyılda nüfusun da patlamasıyla doğru orantılı olarak arttı. Ustalar çıraklara aktarım yapamadan bu ilişkiler silsilesi yerini fabrika işçiliğine, daha da kötüsü plaza köleliğine bıraktı. Sömürünün mekanı ve zaman algısı değişti. Kullandığı alet edevat ve lisan dönüştü. Kısıtlı zamanda çok büyük ve fazla sayıda işler yapmak kutsal sayıldı. Üzerimize giydiklerimizin, bedenimizin enerjisi için yediklerimizin, soluduğumuz havanın hikayesi çok fazla karıştı, safkanlığını çoktan yitirdi.
Peki bunun bir sonu olmayacak mı? Sanat, el işi, resim, örgü, süsleme, marangozluk, yavaşlık, tarım, üretim bizi kurtarmayacak mı? Doğaya zarar vermeden üreten el, yeniden değer kazanmayacak mı?
Bu kapitalist çark, Lafargue’ın 1848’de yazdığı Tembellik Hakkı’nda anlattığı gibi ancak işçiler, çalışanlar, yani en alttaki sayıca fazla olup da sömürülenlerin ayaklanmasıyla bir gün çökecek. Çökmeli. Ne zaman çökeceği muallak ama bana kalırsa sona hızla yaklaşıyoruz. Etkisi dünyanın her yerinde hissediliyor zira.
Eşitsizlik konusu açılmışken: Forbes Dergisi’nin 1987’den beri yayınladığı dünyanın en zenginleri listesine göre şu an dünyada (7,3 milyarlık nüfusta) sadece 2043 tane milyarder var ve bu 2043 kişinin malvarlığı dünyanın geri kalanının sahip olduklarından daha fazla. 7,3 milyar kişi < 2043 kişi. Bu denklemde büyük bir yanlış olmalı. Dünya üzerindeki adaletsizlik, eşitsizlik ve yoksulluk bir günde bitirilebilir, istenirse. Demek ki istenmiyor. Ahlaki sistemin çöküşünü bu gibi verilerle birlikte düşünmemiz gerek.
Ben kendimi bildim bileli ellerimle bir şeyler yapmaktan; üretmekten, kesmekten, yapıştırmaktan, çizmekten, boyamaktan, yazmaktan, dokunmaktan, pişirmekten, şekillendirmekten, tasarlamaktan inanılmaz keyif alıyorum. Ellerim benim hazinem. Parmaklarımın ucundan nesneye akan enerjinin verdiği o elektrikli, büyülü, ruhani his çok az şeyde var. Ve biliyorum ki yalnız değilim.
Sosyal medya sayesinde, hala dünyanın farklı yerlerinde elleriyle, limitli sayıda üretim yapan ve bunu bir hayat tarzına çevirebilen; el emeğinin gücüne, enerjisine, sihrine inanarak çalışan, üreten, bu şekilde yaşamını idame ettirmeye niyetli güzel kalpli, sevgi dolu, yaratıcı insanlar olduğunu görüyorum. Dikkatimi çekense, pek çoğunun ortak özelliği olan, doğayla bütünleşik yaşıyor olmaları, doğadan ilham almaları, doğaya saygı duymaları. Sayıca azalmış da olsa kütlesel, kitlesel, küresel ve sayısız üretime boyun eğmedikleri için seviniyorum.
Gel gör ki şu sistem içinde ekonomik olarak ayakta kalmak imkansıza yakın. Kaldı ki ne yaparsak yapalım bu sisteme hizmet etmekten kurtulamıyoruz. Eserimizi satmadan yeni eserler üretemiyoruz, malzeme alamıyoruz. Dilerim gün gelecek ekonomik olarak da ayakta durabileceğiz ve romantik hayaller gerçeğe dönüşecek. Zaten istediğimiz azıcık aş dertsiz baş, sağlık ve huzur. Başka da bir şey değil.
Diyeceksiniz ki sosyal medya, bu eleştirdiğin teknoloji sayesinde var, evet doğru öyle. Ancak var olanı en iyi şekilde kullanmak mühim olan. İyiye hizmet etmek üzere teknolojiyi kullanmak en doğru şey bugün. Nükleer enerji yerine yenilenebilir ve sürdürülebilir enerjiyi kullanmak gibi.
Ben can-ı gönülden inanıyorum ki el emeği yeniden yükselişe geçecek. Kendi ihtiyacını kendin karşılamak eskiden olduğu gibi önemini artıracak. Örgüyü, dikişi, el sanatlarını, yemek pişirmeyi, bağ bahçe ekip biçmeyi, doğru beslenmeyi öğrenmeye, icra etmeye ne dersiniz? Tabi bunun için birkaç tık yetmez, epeyce emek vermelisiniz. Sanatsal devrim bilgisayarla değil kağıtla kalemle renklerle olacak. Ürettikçe varoluşumuz daha da anlam kazanacak. Asalak gibi yaşamaktan, hayata sadece ilişmekten, hazıra konmaktan kurtulacağız. Onun yerine var gücümüzle hayat enerjisiyle dolacağız. Bütün bunlar ne zaman olacak bilinmez, ancak sabırlılık, kararlılık ve devamlılıktan vazgeçemeyiz.
Hamiş: Birleşmiş Milletler, 2050’de dünya nüfusunun 10 milyar olacağını öngörüyor. Bu artışın sebebi yalnızca doğurganlık değil, insan ömrünün uzamasıymış. Dünya Sağlık Örgütü’nün yeni yaş dilimlerine göre 18-65 arası “genç”, 66-79 arası “orta yaş”, 80-99 arası “yaşlı” sayılıyormuş. Yine de tavşan gibi üreyip durmasak iyi olacak diye düşünüyorum. “Neden hala çocuk yapıyoruz?” da ayrı bir yazının konusu olsun. Kendinize iyi bakın.