Ben böyle bir balık türü duymadım açıkçası. İtiraf etmeliyim ki başlık dikkat çeksin, insanlar okusun da kısılmış sesimizi duysun diye böyle yazdım. Çünkü akademik çevreler dışında pek kimsenin bu kavramı duyduğunu, bu kavramın ne çok tartışıldığının bilincinde olduğunu ve en önemlisi bu kavrama maruz kalan alt sınıfın da altında olan hatta sınıfsızlaştırılan ve yok sayılmak istenen insanların neler çektiğinden haberdar olmadığını düşünüyorum. Yani halkım sana yazıyorum akademisyenim sen anla. Sanıyorum buraya kadar yazıyı okuduysanız başlık işe yaradı ve şimdi yazının içine girmeye hazırsınız. İşte başlıyorum.
“Gentrification” kelimesinin kökeni Anglo-Sakson literatürüne dayanmakta. Çeşitli kaynaklardan okuduğum ve öğrendiğim kadarıyla ortak kanı şu: terim -ya da deyim ya da kavram, artık siz ne derseniz- ilk kez 1963’te meslektaşım, hemcinsim ve bir sosyolog olan Ruth Glass tarafından, şakaylakarışıksadrialışık bir manada (!) Londra işçi sınıfının boşalttığı evlere üst ve alt orta sınıfların yerleşerek bu evleri inanılmaz bir şekilde lüks konutlara dönüştürmesi üzerine kullanılmış. Yani isim anamız o. Biraz “gentry” (soylu, üst sınıf, işçi olmayan sınıf, vb.) kelimesine ithaf, biraz postmodern bir isim bulma çabası, biraz da kentsel dönüşüm ve yenileme kelimelerine kardeş isim iyi gider düşüncesi ile “gentrification” hayatımıza girmiş ve 45 yaşını devirmiş bulunmakta. Yine de onu ilk defa duyuyorsanız kendinizi kötü hissetmeyin. Nasılsa İstanbullular olarak artık sık sık bu kelimeyi duyacak, “artık n’ooolur yeter duymak istemiyorum!” diyerek kulaklarınızı tıkayacaksınız çünkü.
Ama Türkçe’ye çevirmek ve ortak bir dil üzerinde karar kılmak -işçi sınıfının yerinden yurdundan edilmesi yanında elbette vız gelecek kadar ufak bir anlaşmazlık ve “hayır benim dediğim olacak” seslerinin sonucu- biraz zor olmuş. şimdiye kadar kullanılan çevirileri şöyle kısaca özetleyeyim siz de beğendiğinizi içinden seçip bundan sonraki hayatınızda güle güle kullanın: soylulaştırma, mutenalaştırma, jantileştirme, kibarlaştırma, ehlileştirme, burjuvalaştırma, asilleştirme, müstesnalaştırma, sıhhileştirme. Yine de şunu belirteyim, konuyla ilgili yazılan kaynaklarda büyük oranda kullanılan kelime “soylulaştırma”dır.
Ancak soylulaştırma, akademik yazında tercih edilen kelimedir, yerel yönetimler ve belediyeler tarafından sevilen ve kullanılan terim ise “kentsel dönüşüm”dür. Oysa kentsel dönüşüm, bambaşka bir şeydir. Temelinde, bölgede yaşayan halkı yerinden etmeyi, yok saymayı, dışlamayı barındırmaz, insanlara “paranız kadar yaşayın” demez, “İstanbul’da yaşamanın bir bedeli vardır, bunu ödeyemeyen buradan gider” de demez. Aksine toplumun yaşam standardını yükselterek çağa ayak uydurmasını, kültürel, sosyal, toplumsal ve daha pek çok konuda gelişmesini hedefler, rant için akraba şirketlerin ihaleyi kazanmasını sağlamaz, hatta rant için hiçbir şey yapmaz çünkü hedefinde rant yoktur. Hedefinde insan vardır. Kent vardır. Ama ben şu anda yapılmaya çalışılan hiçbir projede “insan”ı göremiyorum. Ha zengin insanı görüyorum o ayrı, ama Türkiye’de o kadar çok zengin insan var mı? %4 yeterli bir oran mı? Her yeri dönüştürürken bunu gözden kaçırıyorlar, acaba dönüşen bölgelerde oturacak kadar çok kişiyi nereden bulacaklar?
şimdi de soylulaştırmanın yani kentsel dönüşümün şu an bizi ne kadar ve nerelerde etkilediğine bakalım. Bugün İstanbul’da yerel yönetimler ve belediyeler aracılığıyla yapılmaya çalışılan pek çok dönüşüm, yenileme, rehabilitasyon ve soylulaştırma projesi mevcut. Ancak bir “Kentsel Koruma ve Yenileme” yüksek lisans öğrencisi olarak, henüz bir koruma projesine rastlayamadım. Nedense toplumca korumayı sevmiyoruz. Belli ki zor geliyor korumak. Tarihi eserlerimizi de insanımızı da haklarımızı da koruyamıyoruz. Belki de beceremiyoruzdur. Kim bilir. Yenileme adı altında sunulan projelerde de zaten hep yoksulların ve yoksunların üzerinden yapılan kimlik ve sınıf siyaseti aracılığıyla bir yıkım, yerinden etme, yok sayma söz konusu. Gündemde olan projelerden birkaçı şöyle: Sulukule, Tarlabaşı, Gülsuyu-Gülensu, Fener-Balat, Küçükçekmece, Kartal, Süleymaniye, Zeytinburnu, Tozkoparan, Ayazma, Silivri, Kağıthane, … ve daha niceleri.
şu günlerde seçim rehaveti de bitince çeşitli yerlerde yıkımlar hız kazanmaya başladı. Çolukçocukyaşlıkadınerkek demeden kepçeler savruluyor. Akşam nerede yatacakları belli olmayanlar gözyaşlarıyla ne yapacaklarını bilemiyorlar. Sahi o gece ve sonraki geceler nerede kaldı bu insanlarımız? Asıl sorulması gereken: nerede kaldı insanlığımız? Neden bu kadar acımasızız?
Dönemsel olarak yapılan imar aflarının sebebi neydi? şimdi neden affedilmiyor hiçbir şey? Neden özellikle ‘80’li yıllarda İstanbul’da hızlı bir gecekondulaşma süreci yaşanırken, en temel vatandaş hakkı olan barınma hakkı karşılanamıyordu? Neden ülkemizde hala belediye binası bile kaçak olan komplekaçak semtler varken, kıyıda köşede kalmış unutulmuş gecekonduların yıkımına hız verildi? Evet yanlış duymadınız, belediye binası bile kaçak olan öyle kaçak semtlerimiz var ki, şaşarsınız. İnternetten minik bir araştırma yapınca nereler olduğu hemen çıkıveriyor.
Bu ve benzeri sorularıma cevap gelmeyeceğinden eminim. Olsun ben gene de bir vatandaş olarak -bakın vatandaş diyorum “insan”dan geçtim artık- soru sorabilmeliyim. En azından soru sormanın bir cezası olmamalı, inanın bu satırları yazarken bile çekincelerim var. Bu ülkede düşüncelerin paylaşılması artık korkuyu da beraberinde getiriyor. Her an yazdıklarım yüzünden suçlu bulunabilirim. Ben yine de soruyorum çünkü cevap arıyorum. Varsa bileniniz lütfen benimle paylaşsın. Artık barınmak, yaşamak, nefes almak bu kadar zor olmasın. Varsın soysuz desinler bize, “centrifiye” olmayıverelim ne kaybederiz ki?!
*Fotoğraf: Doğacan Onaran
Bu yazı, 19 Nisan 2009’da BirGün Gazetesi’nde yayımlanmıştır.