Ben küçükken büyümeyen tavşan satıyorlardı, o hani sonradan Kartal’a kadar metro yapılacak diye İmar Uygulama Müdürlüğü, Zabıta Müdürlüğü ve Kadıköy Belediyesi’nin bütün büfeleri, çiçekçileri, çay bahçelerini yıktığı, yıkıp beton döktüğü, döküp altını kazdığı, sonra yeniden kapattığı; bir anne ve yavru ceylan heykelinin olduğu Kadıköy-Beşiktaş İskelesi’nin hemen sağ tarafında kalan, o zaman bana masalsı gelen ve fakat belki hiç de öyle olmayan Kuşçular Çarşısı’nda.
Çarşıda akvaryumlar vardı, akvaryumda balıklar; balıkların poposundan sarkıp uzayan ip gibi kakalarını da o zaman görmüştüm ilk. Kıkır kıkır gülmüştüm. Hayatımda ilk kez gördüğüm pek çok evcil hayvan vardı sonra: kaplumbağa, muhabbet kuşu, papağan, iguana; kafesler vardı camdan veya telden, kafeslerde yavru kediler, köpekler ve asıl konumuz olan o minik burunlu, uzun kulaklı, koynuna alıp uyuyasın gelen, adına inanması güç “büyümeyen tavşanlar”.
Aiiiyyyy büyüymüyo muuuu, çok şiriyynnnn diyerekten hayretle kirpiklerimi kırpıştıraraktan kafese bakarken, ah o yavruyu görünce tutturmuştum; beni düzensiz aralıklarla görmeye gelen, her görüşmemizde benim hasta olmama sebep olan, bence asla ebeveyn olmaması gereken çünkü her zaman sadece ve sadece kendini düşünen babam da -her alışverişinin vazgeçilmezi, adeta imzası olan- bin türlü pazarlıkla tavşanı almış, anneme beni iade etmek üzere yola çıkmıştık; kucağımda o minicik, hiç büyümeyecek canım tavşanımla birlikte. Neyse ki annem deli gibi hayvansever olduğu için sorun olmamıştı ama tavşanın büyümeyeceğine de hiç inanmamıştı. Oysa ben inanmıştım çünkü babam garanti vermişti, o tavşan büyümeyecekti. Ve ben büyümeyen tavşanımla mutlu mesut yaşamaya başlamıştım.
Ona, zemin kattaki evimizin minik bahçesinden çim, ot, çiçek falan toplayıp tatlı niyetine havuç yediriyordum. Ön dişleri minicikti. Ağzını oynattıkça bıyıkları pıt pıt pıt aşağı yukarı oynuyordu. Yemeği bitince yüzüme bakıyordu. Ellerini ısırıyordum. Menüsü ve eğlencesi pek zengin değildi belki ama beni çok seviyordu. Ben de onu Looney Tunes’taki Elmyra Duff gibi biraz haşince ama tüm kalbimle seviyordum. Mıncık manyağı olmuştu. Adını ne koymuştuk şimdi unuttum. Ama dizlerimde sırt üstü yatıp kulaklarını ve karnını eş zamanlı olarak okşamama müsaade ettiğini ve hatta kendinden geçerek bütün kaslarını devre dışı bıraktığını yani bana ne kadar güvendiğini gösterdiğini hatırlıyorum. “Belki de bana ilk güvenen şey bu büyümeyen tavşanımdı” dedirtecek kadar da esaslıydı hani.
Günler geçtikçe tavşancığımın balkondaki siyah topçuklarının sayısı ve ebadı da büyüyor, zıp zıp tavşanım kucağıma sığmaz hale geliyordu. Büyümeyen tavşanım sanki giderek ağırlaşıyor ve aman tanrım olamaz: büyüyordu!
Bunu fark edince çok üzülmüştüm. Hani büyümeyecekti? Hani hep minik kalacaktı? Hani çok yemek yemeyecekti? Hani hani hani diye diye zamanla duruma alışmak zorunda kaldım. İnsan zamanla her şeye alışıyor faslını o dönemde öğrendim yani. Ve babam beni kandırmıştı. Bu dünyada babana bile güvenmeyeceksin tezini, öz babam bana bizzat, kendi elleriyle, uygulamalı olarak öğretmişti.
Gün geldi, büyümeyen tavşanım o kadar büyüdü ki artık evde bakılamayacak hale geldi. Ne yapacaktık? Sokağa elbette bırakamazdık, kimseye veremezdik, canına kıyamazdık, peki ne olmalıydı? Başımı aşan bir sorundu bu taa o yaşımda.
Sonra bir gün annemin aklına harika bir fikir geldi, artık sıfatı kocamana terfi eden tavşanımdan ayrılacağımı bilsem de yeni mekanı içime sinmişti; dedem asker olduğu için ordu evlerine girebiliyorduk ve Fenerbahçe’dekinde çok güzel bir park yapmışlardı. Güvercin, ördek, kaz, tavşan, hatta tavus kuşu bile vardı. Düşünebiliyor musunuz tavus kuşu! Kanatlarını açtıklarında muazzam bir şölene dönüşüyorlardı.
O gün, -insanlardakinin aksine- hayvanların dişisinin değil de erkeğinin hep böyle gösterişli ve göz kamaştırıcı olduğunu öğrenmiştim. Ama bütün yükün de dişinin üzerinde olduğunu. Vay be, bu hikayede amma çok şey öğrenmişim. Omuzlarıma daha çocuk yaşımda neler yüklenmiş meğer, o yüzden çocukluğumu doyasıya yaşayamamışım demek. Hep bir olgunluk, hep bir suskunluk, hep bir düşünme hali…
Çocukken kandırmak kolaydı belki ama artık ben de büyüdüm. Büyümeyen tavşan gibi tıpkı ben de. Büyüdüm. Ve hep küçük kaldım çünkü çocukluğumu çocuk gibi yaşayamadım. Ben işte bu yüzden ‘büyüyen ama hep çocuk kalanlar’dan oldum. Sustum. İçime kapandım. Yazmaya çalıştım. Hep sessiz durdum. Az arkadaşım oldu. Asosyaldim. Çekingen ve suspus. Güvensiz ve eminsiz.
Sonra bir gün karar verdim; bundan sonra içimi sıkan her şeyi bir bir anlatacaktım. Daha çok konuşacaktım. Çocukken kaçırdığım her şeyi yakalayacaktım. Okuyucularım olacaktı ve beni anlayacaklardı. Kendi içimde büyüyecektim. Sağlıklı ve güzel bir şekilde. Olması gerektiği gibi.
Size bir sır vereyim mi? Çocuklar babasız da büyüyor. Evet, hep bir kanatları kırık oluyor ve bu yüzden diğer kanat tüm bedeni ayakta tutabilmek uğruna daha fazla çırpınıyor, daha fazla güçleniyor. Bu da kişinin dengesini bulmasını uzun bir zamana yayıyor ama eninde sonunda, o çocuk büyüyor. Büyüdükçe de anlıyor ki meğer babalar yaşarken ölü taklidi yapıyorlarsa, yalanlar söylüyorlarsa, çocuğu yok sayıyorlarsa, ölümler daha az incitiyor.
Peki o tavşan nerede?
Dağa kaçtı.
Ve “doğru” olan, çocuğa, “yalan” kadar vaat sunmadı.
*Bu yazı, 02.07.2014 tarihinde Radikal’de yayımlanmıştır: http://blog.radikal.com.tr/siir-deneme-oyku/buyumeyen-tavsan-65139
*Görsel: google.com