Daha iki sene evveline kadar bırakın bisikletli bir gündelik hayatın mümkün olduğunu düşünmeyi, böyle bir yazı kaleme almak bile aklıma gelmezdi zira İstanbul’da yaşıyordum; Moda gibi güzel, tatlı bir semtte ama sonuç olarak İstanbul’da.
Zira İstanbul’da yaşarken bisikleti nerede süreceğim, nereye bırakacağım, nasıl muhafaza edeceğim, evde yer yok ki, çalarlar bunu kesin, yollarda da ezilirim, aman boş ver en iyisi ben yürüyeyim gibi iç sesleriyle bisiklet almamaya karar vermiştim.
Evet ilkokuldayken bir bisikletim olmuştu, Dino marka beyaz bir bisiklet, dedem selesinden tuta tuta bana dengede durmayı öğretmişti, ancak mahallede tur atmaktan öteye gittiğimi hatırlamıyorum. Bir de Caddebostan sahil yoluna indik sanki bir iki kez annemle, hayal meyal işte hepsi o kadar.
Münih’e taşınır taşınmazsa yaptığım ilk iş ayağımı yerden kesecek bir bisiklet almak oldu. Hem de bir sosyal sorumluluk projesine destek olmuş oldum. Kentte başı boş bırakılıp terk edilmiş veya sahipleri tarafından hibe edilmiş ve azıcık rötuşla kullanılabilecek durumda olan bisikletleri toplayan ve okul çağındaki maddi durumu yetersiz çocuklara iş sağlayan bir proje. Hem cüzzi bir ücretle bisiklet sahibi oluyorsunuz hem kullanılmayan bisikletler hayat buluyor hem de gençler iş öğrenirken harçlıklarını çıkarıyor.
Böylece uçsuz bucaksız bisiklet yollarıyla tanışma fırsatım oldu. Bisiklet yolu diye bir şeyin kentin her yerinde -sadece lüks semtlerde, kent merkezinde veya doldurulmuş sahil yollarında değil- olabildiğini görmek gibi bir şaşkınlığım oldu. Kentsel Koruma ve Yenileme Yüksek Lisansı’nı çok yanlış bir memlekette yaptığımı zaten biliyordum ama bu kadar da yanlış olduğu bir tokat gibi çarpılmamıştı yüzüme. İşte bu! dedim. Oh be! dedim.
Bisikletin bir araç olarak kabul gördüğü özenle ayrılmış bisiklet yolu şeritleriyle oldukça aşikardı ancak bunu deneyimlemek inanılmaz bir lükse sahip olmakla eşdeğerdi benim için. Düşünebiliyor musunuz? Bisiklet için ayrı şerit! Ve genişçe şeritler. Öyle İstanbul’da yeni yeni başlayan saçma sapan darlıkta ve motorlu araç trafiğinin tersi yönde (!), dosdoğru ölüme giden şeritler gibi değil. Üstelik Münih’te ehliyet sınavında en önem verilen konulardan biri bu, bisikletleri görmek, onlara saygı duymak, yol vermek, aradaki sürüş mesafesini her zaman korumak.
Önce eve yakın parkları keşfederek, allahım burası ne kadar güzel, ne kadar bol oksijenli, ağaçlar ne kadar ulu, yemyeşil, kuşlar cıvıldıyor, etrafta ne kadar çok bisikletli var, çocuklarını bile taşıyorlar, ayyyy nefis! diyerek keyif sürüşleriyle, bisikletime ve yeni kentime alışma evresi geçirdim. Derken her gün işe bisikletle gidip gelmeye başladım.
Trafikte bisikletin bir araç olarak kabul gördüğünü deneyimlemek; sağa/sola dönüşlerde zart diye direksiyonu önüne kırmak değil önce bisikletliye (ve tabi ki yayaya da) yol vermek, kornaya basıp bisikletliyi çıldırtmamak, yerinden hoplatmamak, yolda sıkıştırmamak, tehlikeye atmamak, bisikletçinin de bir insan olduğunu unutmamak gibi güzelliklerin mümkün olduğunu görmek bana o kadar iyi geldi ki, işte o zaman bisikletin nasıl bir özgürlük olduğunu keşfettim.
Yukarıdaki cümlelerimin hepsini bilerek olumsuz olarak kurdum çünkü sadece İstanbul’da değil Türkiye’nin genelinde böyle şeyler oluyor ve bunların önüne geçilemiyor, hatta ne yazık ki dünyanın ünlü bisikletçileri dünya turları esnasında Türkiye’den geçip gitmek isterken gidemiyor, kalakalıyor, bu topraklarda acımasızca katlediliyorlar. Bundan büyük utanç duyuyorum. O kadar büyük bir utanç ki bu, bu yazıyı yazıp bitirdikten sonra tekrar tekrar okurken, acaba hiç böyle bir yazıyı paylaşmasam mı diye düşündüm ancak kendime böyle bir otosansür uygularsam, bisikletli bir yaşamın mümkünatını görüp kendi ülkemde de olabilmesini dilemezsem, var olanın normal kabul edildiğini kabul etmiş olurum. Oysa ben bunu değil, değişimi istiyorum.
Türkiye’de de insan gibi bir yaşam istiyorum. Bu yazıda konu elbette sadece bisikletti ancak toplumsal ve sosyolojik olayların bütünü birbirine bağlı olduğu için ister istemez konu konuyu açıyor ve düzenin genelindeki rahatsızlıklar dile geliyor. Bu yüzden yazıyı okuyanların ve aynı görüşte olanların kendi fikirlerini de paylaşmasını, politikacıların otobanlarla, ağaçları katleden köprülerle, kaçak saraylarla gurur duymak yerine bisiklet yolları yapmasını ve bunlarla gurur duymasını, hatta makam araçlarından inip bisikletle işe gitmesini, bisikletin trafikte kabul ve saygı görmesini sağlayacak şekilde yaptırımlar, kurallar koymasını, motorlu taşıt ehliyeti verirken bisikletliye ve yayaya azami dikkatin ve özenin sağlanmasını talep ediyorum!
Çünkü bisiklet demek hem pedal çevirdikçe günlük kardio egzersizini keyifli ve havadar bir şekilde, kimseye ve hiçbir mekana bağlı kalmadan yapmak, hem toplu taşımaya veya arabaya mecbur kalmadan dilenen saatte dilenen yere gidebilmek, hem okuldan/işten eve dönüşte markete uğrayıp gündelik ihtiyaçları alabilmek, hem hafta sonu atlayıp pikniğe veya yakın civarda keşfedilmeyi bekleyen yeşilliklere gidebilmek demek. Bisiklet özgürlük demek. Doğaya saygı demek. İki tekerden çok daha fazlası demek.
Hadi siz de değişim için pedal çevirin, belediyelerden güvenli ve kabul edilebilir bisiklet yolları isteyin, benzinli motorlu taşıtlar yerine doğa dostu bisikletler almayı isteyin. “I want to ride my bicycle” şarkısını söyleyin ve bisikletli hayata merhaba deyin! Evet zor biliyorum ancak mümkünsüz değil. Hele ki Gezi sonrası kent ve toplum bilinci birden patlama yaşamışken, çevre ve doğa ile içiçe yaşam özlemi bu kadar artmışken, kentlerin yeşil alanı hızla yok edilmiş ve sahip çıkma isteği tavan yapmışken. Zor biliyorum ama isteyince olabildiğini gördük, öyle değil mi?
Türkiye’de bisikletle ilgili bazı güzellikler:
Not: Az önce başlattığım bisiklet yolu imza kampanyasına destek olmak için tıklayın!
Konu bisiklet sürmek olunca okumadan geçer miyim :) Beledyelerin bu konuya ciddi manada önem vermesi şart güzel bir noktaya değinmişsiniz sizi tebrik ediyorum.