”Yarattığım çok sayıda kadın karakter arasında Patty en sevdiklerimden biri. O kadar yaşama isteğiyle dolu ki hiç uyumuyor; saf, şefkatli, grotesk, kıskanç ve narsist; tüm insanlarla ve zevklerle dost; her şeyin iyi yanını görmeye hazır. Olayların sadece yüzeysel kısmı üzerinde kafa yorarak, onlardan en iyi sonuçları elde edebilen biri. Patty yalnızlıktan ve kendinden kaçıyor, bunu da büyük bir mizah gücü ve sağduyuyla yapıyor.” –Patty Diphusa Hikayeleri’ nin baş karakteri için söyledikleri.
1950’ler, İspanya için zor zamanlar. Diktatör Franco denen adamın ülkeme yaptıkları, yenir yutulur cinsten değil. Sekiz yaşımdayım ama aklım bu politika-devlet-sömürge mevzularına eriyor. Ne o, güya “hızlandırılmış-demokratikleşme” sürecindeymişiz. Neyse geçmiş gitmiş, lafını etmeye değmez.
Daha sonra ailemle Extremadura’ya göç etme kararı aldık. İlk ve orta okulları orada okudum. Ama ne okumak! Aldığım KÖTÜ EĞİTİM sayesinde, dine ve Tanrı’ya olan tüm inancımı kaybettim. İnancım olmayınca, korkum da kayboldu. Korkum olmayınca da her şeyi yapabilirdim. Ve yaptım da.
17 yaşımda evden ayrıldım. Artık daha fazla aileme yük olamazdım. Zaten yeterince yok-sulduk. Ama benim niyetim var-sıl olmak da değildi. Sadece “var olmak”tı. Üzerimde 5 senedir çıkarmadığım eprimiş bordo kazağım, ayaklarımda tabanındaki delikten içine su alan pabuçlarım vardı. İşim yoktu, param pulum da, ama çok değerli ve cesur bir projem vardı: sinema eğitimi alıp yönetmen olmak.
Diktatör, ülkedeki sinema okulunu kapattığı için başka bir seçenek aramaya başladım. Tabi bu sırada boş durmadım; ailemin yanındayken, yaşadığımız yerde her hafta sonu sinemaya giderdim. Sonra Madrid’de Sinematek’e gittim ve bir öğrenci gibi değil, bir izleyici gibi tüm sinema tarihini öğrendim.
Ancak hayallerime ulaşmak hiç de kolay görünmüyordu. Tesadüfen bir telefon şirketinde iş buldum ve neredeyse bir düzine yıl boyunca yönetici asistanlığı yaptım. Böyle bir cümlede söylemesi kolay oluyor ama neler çektiğimi bir ben biliyorum.
Bu sırada ilk iki senede (anca) para biriktirip hayalime bir adım daha yaklaşabilmek için Süper-8’i aldım. Her gece başucuma koydum onu küçük çocukların oyuncaklarıyla oynadıkları gibi. Artık gündüzleri telefon şirketinde, geceleri de Los Galiadros’ la çalışıyordum. Acayip şekilde eğlenceli günler ve gecelerdi.
Ama ben Madrid’de sadece çalışıp yiyip içmiyordum; ben orda büyüdüm, geliştim ve hayatı öğrendim. Hayatım hep Madrid sokaklarıyla paraleldi. Özellikle orta sınıf insanlarının tüketim çılgınlıklarını gözlemlerken aklımdan binlerce senaryo geçiyordu. Tüm bunları bir kenara not ediyordum. Küçük küçük senaryolar. İleride çok işime yarayacaklardı. Kitap haline getirmeyi düşünebilirdim daha sonraları. Tiyatro grubumla oynadığımız bazı oyunlarımızı Super-8’le kayda almıştım. Bazen ben de sahneye çıkıyordum.
1975’te, lanet Franco’nun muhteşem ölümüyle ve Madrid Hareketi’nin sona ermesiyle kazandığımız özgürlük, bir nevi geçmiş-bastırılmış-içimizdekalmış-güdülerimizin hürriyeti, özellikle sanatsal alanda bir patlamaya sebep oldu. Ve işte o sıralarda, “Pepi, Luci, Bom y otras chicas del montón” gösterime girdi; Carmen ve Alaska’ya bana inandıkları için teşekkür borçluyum. 1980 yılıydı. Baya da para kazanmıştık bu filmle. Haliyle, ilk filmimdeki başarı, egomu oldukça tatmin etmiş ve bana durmadan bu yolda devam etmem gerektiği inancını vermişti. Ben de hiç durmadım.
1982’de Tutku Labirenti’ni çektik. Madrid yeraltındaki tüm travesti, fahişe ve sıradan insanlarının garip bir karmaşası oldu. Hatta bazıları için bol malzemeli ama rengârenk bir çorbaydı. Ama Katolik İspanya’nın halini görmeliydiniz. Bir devrim yapmıştım. Üstelik başarmıştım da. Bu filmin devam niteliğindeki diğer 4 filmi de hemen çektik. Geceleri hiç uyumuyordum. Gündüzleri de deli gibi çalışıyordum. Umurumda bile değildi. Çok enerjik ve hiper-aktiftim. O sıralar insomnia olduğumdan şüpheleniyordu herkes. Ama olsun, tüm vaktimi sevdiğim işi yaparak geçiriyordum. Bence bir sorun yoktu. Hayat güzeldi. Tam da istediğim gibi.
Anneme ve tüm diğer güçlü kadınlara olan inancım-saygım, onların sürekli etrafımda olmaları, benimle sırlarını paylaşmaları ve bana güvenmeleri sayesinde, filmlerimde kullandığım öykü ve karakterler çoğunlukla bu kadınlarla ilgili oldu. Başrolde onlar olmasa bile, anlatmak istediğim hikâye onların hikâyesiydi. Varlığımızın yegâne temeli onlardı çünkü. Dünyanın merkezi onlardaydı. Kara delik. Sadece onunla değil, hepsiyle konuştum.
Benimle çalışan kadınların hiçbiri, dünyanın en ünlü, en güzel, en çekici ya da herhangi başka bir “en” kadınlardan değildi. Aksine, çoğu ne ünlü, ne çok harika, ne de karşı konulmazdı. Sadece bana inandılar, güvendiler, paylaştılar. Aynı şekilde ben de onları anladım ve onların gözünden dünyaya bakmayı öğrendim. Hepsi bu. A tabi bir de kırmızıyı çok sevdiler.
Ben de renkleri çok severim -özellikle de tutkunun rengi olan kırmızıyı. Gökkuşağı kadar renkli olduğumu söylerler. Bense ‘en az gökkuşağı kadar renkliyimdir’ derim. Onda sadece yedi renk var. Oysa ben yediyi sevmem, uğursuzluğuna inanırım hatta. Batıl inançlar bana saçma gelir, ama sevmem işte yediyi; bunu değiştiremezler.
Ben sekizi severim. Hayatımın birçok önemli günü, sekizlere denk gelir. Penelope’nin ilk rolü, otobüste doğum yapan genç bir fahişeydi ve sadece sekiz dakikaydı ve bu sayede benim “karşı konulmaz” kadınlarımdan biri oldu. Beraber çalıştığımız bu ilk filmdeki (Live Flesh) başarımız, ilerleyen zamanlar için bulunmaz bir deneyim oldu.
Ben aktörlerle çalışmak istediğim için yönetmen oldum. Bir aktör sizin ne istediğinizi bir kez aldı mı, gerisi artık bir mucizenin gerçekleşmesi gibidir ve yönetmen de bu mucizenin ilk tanığıdır. Yönetmenlik bu açıdan bir ayrıcalıktır ve tadına doyum olmaz. Penelope Cruz’u “Live Flesh”te oynarken sadece izlemekten bile inanılmaz zevk aldım.
Bir de şu var ki, kadınlar beni komedi yazmam için esinlendiriyor, erkekler ise trajedi. Nedense kadınlar üzerine yazarken erkeklerin dünyasına göre çok daha fazla mizah kullanabiliyorum. Belki bunun sebebi benim de bir erkek oluşumdur. Kendi benliğimin en karanlık yönleriyle yakından ilgilendiğim için erkekler konusunda espri yapamıyorum. Bu yüzden “Kötü Eğitim”in ardından kendimi daha rahat hissettiğim kadınlar evrenine geri dönmek istedim. Ve sonra da DÖNÜŞ çıktı ortaya.
Bu filmde çok sayıda geri dönüşler olduğu doğrudur. Öncelikle Carmen ve Penelope ile çalışmaya geri döndüm. Aynı zamanda kökenlerime dönüp La Mancha’da çekim yaptım. Ancak bu dönüşlerin, düşündüğümden çok daha dokunaklı olduğunu söylemeliyim. Ayrıca Carmen’in oynadığı karakterin öbür dünyadan sonsuzluğun ötesinden geri dönmüş olması da aynı şekilde dokunaklıdır.
Elli sekiz yılı arkamda bıraktığım şu günlerde, geleceğim için soru işaretleri oluşmaya başladı. Ama ne yalan söyleyeyim, arkamda bıraktığım sadece elli sekiz yıl değil; onca başarılı film, edindiğim “sıkı” dostluklar, kaybettiğim “yanlış” arkadaşlar, kazandığım “gerçek” ödüller, kuramadığım bir çekirdek aile ama ailem haline gelen oyuncular. Hepsi hayatımın birer parçası. Hepsine ayrı ayrı teşekkür ediyorum. İyi ki varsınız. İyi ki var oldunuz. Tam da istediğim gibi.
*Fotoğraf: google.com
*Bu yazı, 28.01.2015 tarihinde Radikal Blog’da yayımlanmıştır: http://blog.radikal.com.tr/kultur-ve-sanat/gokkusaginin-tutkulu-kirmizisi-pedro-almodovar-87563