Ben hızla tanışıp evlenip, anlaşamayıp aynı hızda boşanmış bir çiftin çocuğu olarak dünyaya geldim ve büyüdüm. Bölük pörçük bir çocukluk geçirdim kimine göre. Arkadaşlarımın babaları da anneleri de aynı evdeydi, birlikteydi. Bana çok ilginç gelirdi çünkü benim normalim bunun tam tersiydi. Ayrıca normal neydi ki? Bunu çok küçük yaşta sorgulamaya başladım.
Ders kitaplarındaki çekirdek aile tanımına biz hiç uymuyorduk. Benim için çekirdek, çitlenen bir şeydi atomun yapısını da öğrenene dek. Annem, aynı zamanda babamdı. Eve ekmek getiren de evde o ekmeğin yanına yemek pişiren de ihtiyaçlarımı karşılayan da ateşimi düşüren de her derdime ortak olan da annemdi. Kah oradaydım kah burada ama çocuğunlukla arada. Arada olunca insanı taraf seçmeye mecbur bırakıyor bazı durumlar. O yüzden seçimim annemden yanaydı hep. Oldukça yerinde bir seçimdi bence.
En tiksindiğim soru şuydu çocukken: “anneni mi daha çok seviyorsun babanı mı?” Bunu bana soran kişileri hiçbir zaman sevmedim. Bana koşulsuz, sorgusuz sualsiz sevgi veremediler demek ki hiçbir zaman. Emin değildiler belli ki olan bitenden. Sevilip sevilmediklerinden. Sayılıp sayılmadıklarından. Hata yapıp yapmadıklarından. Ben bu soruya cevap vermezdim. O zaman bile saçma bulurdum demek ki. Politik olmak için de yalan falan söylemezdim. Gönlüm almazsa dilim de susardı.
Çok suskun bir çocukluk geçirdim. Beni konuşturmak için kerpeten getirelim mi? diye soran çoktu. Bir an kerpetenle dilimi gözümde canlandırıp korkar, hiç olmazsa iki laf ederdim. Genellikle aşırı susardım. Bazen bir şey söyleyecek olurdum, tereddüt ederdim, çekinirdim, yanlış bir şey söylemeyeyim diye. Sürekli bademciklerimden hasta olmam bundanmış meğer, yıllar sonra okuduğum kitaplardan, psikanaliz değerlendirmelerinden öğrendim. Sözler düğümlenince boğazda, hastalık yaparmış. Az çekmedim bademciklerimden.
Kalp kırmaktan korkardım belki. Fikir beyan edip yargılanmaktan ya da. Yanlış anlaşılmaktansa susayım daha iyi düşünürdüm veya. Kim bilir. Çocukluk işte. Daha çok gözlemler ve dinlerdim. İnsanları tanımaya çalışırdım. Yargılamaz, yaftalamaz, mimikleri ve sözleri öğrenmeye meyillenirdim. Bir tek çok ve boş konuşanı sevmez, az ve öz konuşana bayılırdım. Tatlı dilli herkesi çok severdim. Bu hala da değişmedi. Gönlü ve kafası dolu insan şıp diye belli eder kendini. Fazla söze ihtiyaç duymaz zaten.
Derken yıllar geçti, ergen oldum, babam beni hiç aramaz sormaz oldu, iyice koptuk gittik bıçakla kesilir gibi, ne zaman ki elinde 100 varken 1’ini bile bana vermekten imtina ettiğini gördüm, ondan sonra ben de hayatımda bir sınır çizdim, almadım oradan içeriye onu. İntikam almak istedim. Ben çocuk olandım, sevgiye aç olandım, bana her yerde karşı duracak bir baba hak etmiyordum. 10 yıl sürdü bu suskunluk, küslük. Derken bir gün karşılaştık aramızdaki davanın görüleceği mahkeme kapısında, affetmeye çok hazırdım onu, o yüzden gittim oraya. Yıllar sonra görünce gözyaşlarım aktı gitti, tutmadım, koyverdim, ona sarıldım, hoş görmeye hazırdım tüm konuşulmayanları, yapılmayanları, sözde kalanları. Saf sevgi aksın istedim. Çok muydu?
Beklediğim gibi olmadı ama. O konuşmadı. Geçiştirdi. Ben konuştum, dinlemedi. Yüzüne haykırdım, hesap sordum, bana mısın demedi. Kendiyle çok meşguldü zira. Kendi hayatıyla, her zamanki gibi, kurduğu başka hayatlarla doluydu kafası. Ben yoktum hiç orada. Bunu görmek canımı nasıl acıttıysa, o kadar kahroldum. Evinde misafir oldum bir çocuk bakıcısından farksız, evin sahibi değil. Eğretiydi bu ilişki. Bir yerlerde var olan yanlış düzeltilemedi. Oysa çok hazırdım ben düzeltmeye. Ne ki, tek başıma yapabileceğim bir şey değildi bu.
“Senin hayal ettiğin gibi bir baban yok kızım, al tası tarağı, bu buluşmanın öncesindeki hayatına devam et ve bu adamı kesilikle affet zira sana yıllarca boşu boşuna yük oldu, buna daha fazla izin verme” dedim kendime. Söyleyecek sözüm bittiğinde, sonsuza dek elveda dedim babama. Beni uçağa yolcularken, kısa zaman sonra görüşecekmişiz gibi ayrıldık. Onun bundan haberi yoktu fakat, yani bir daha görüşmeyeceğimizden; sonradan oldu. Anlattıklarımı anlamadı, içimdeki boşluğu görmedi, ne kadar kırılgan olduğumu hiçbir zaman bilmedi çünkü. Sandı ki şımarıklıktan, sandı ki hayırsızlıktan, artık ne saydıysa. Tanımadı beni hiç, anlamaya da çalışmadı. Kendi kaybetti. Ben zaten en başından beri kaybedenlerdendim sanırım. Bu kararı aldıktan sonraysa yavaş yavaş kendimi bulmaya başladım. Onu uzaktan sevmek belki de aşkların en güzeliydi.
Onunla yıllar sonra yüzleşince, onun yaptıklarını/yapmadıklarını affedince tüy gibi hafifledim. İçimdeki ferahlık duygusunu anlatmam mümkün değil. Artık bu konu beni hiç üzmez oldu. Anlatırken gözüm dolmaz oldu. Yüzleştim, affettim, yüklerimden kurtuldum, özgürleştim. Kendim için yaptığım en güzel şeydi. İntikamımı affederek almıştım ondan. Ama unutmadım. Affetmekle unutmak arasında çok ince bir çizgi var ve bunu görebilmek epey zaman alıyor. Ayrımı yapabilmek sabır ve gönül istiyor. Üzerine gidip çalışmak istiyor. Unutursan aynı şeyleri yaşarsın zira. Yaşatmalarına izin verirsin. Unutmayacaksın. Ama kendine de yük etmeyeceksin. Bunları yapabilmek, anlayabilmek ve yaşayabilmek beni epey olgunlaştırdı. Herkese tavsiye ederim.
Diğer taraftan yıllarca annemi bu adamla evlendiği için içten içe suçladığımı fark ettim. Annemle de çok didiştik, tartıştık ama hiç kopmadık. Beni bugünlere o getirdi. Yoktan var etti. Onun da benimle birlikte büyüdüğü gerçeğini sonradan gördüm. O da başına gelenlerden dolayı üzgün, yorgun ve çaresizdi. Üstelik yalnızdı. Hayatla tek başına başa çıkmak zorundaydı. Çıktı da. Yıprandı, darbe aldı, savaştı. Hep savaştı, vazgeçmedi. Bazen o kadar fazla savaştı ki herkesi düşman görmeye alıştırdı kendini. Bazen beni bile. Oysa öyle değildi. Sevgi her şeyi iyileştirebilecek bir güce sahipti.
Onu da gördüm, acılar içindeydi, yardım çağrısı yapıyordu. Tek istediği sevgiydi. Benim onu anlamam çok daha fazla zamanımı aldı. Belki bugünlere dek sürdü. Onun da bağışlanmaya ihtiyacı vardı. Herkes gibi. Onu da canı gönülden bağrıma bastım çok zor olsa da. Yapabildim. Çocuk olan yine bendim ama şimdi sıra ondaydı. Çocukluğuna geri dönüp yüklerinden kurtulma sırası ondaydı. Kendi annesini affedip yoluna devam etme sırası. Muhattabın öldükten sonra hesaplaşmak daha zor, karşıdakinin diyeceklerini duyamıyorsun çünkü. Tek taraflı bir monologa dönüşebiliyor konuşma. Ondan habire erteleyip duruyoruz bu yüzleşmelerimizi. Bu yüzden bir an evvel affetmeli. Herkes hayattayken. Üzerinde çalışmalı. Sözlerle iyileşmeyi başlatmalı.
Sevmek ve affetmek, affetmek ile unutmak arasındaki sınırları iyi çizmeli. Tüm bu olup bitenlerde kendimizi de doğru konumlandırmalı. Çuvaldızı kime batıracağımıza da iyi karar vermeli. Zira hayat beklemiyor. Geçip gidiyor harala gürele. Her anımız bize mutluluk sunmuyor, mutluluğa biz karar veriyoruz. O yüzden şu soruyu kendinize sormanızı istiyorum: mutlu yaşamak istiyor musunuz? Evetse, her uyandığınızda mutlu olmaya karar vermelisiniz. Mutluluk bir seçim çünkü, hediye paketinde gelen bir şey değil. Emek istiyor. Evet, affetmek geçmişi değiştirmiyor ama bugünün ve geleceğin önünü açıyor.
*Bu yazı, PsikeArt Dergisi’nin Eylül-Ekim 2016’daki “Affetmek” temalı sayısında yayınlanmıştır.